“Akan suya inanma, el oğluna güvenme.”atasözü ile aşağıdakilerden hangisi anlatılmak istenmektedir?
A) Akarsulara güvenilmez.
B) Akarsuya inanılmaz.
C) Akarsular akmaz gibi gürünse de akar.
D) İnsanlara dışarıdan bakılarak güvenli olduğu söylenemez.
“Adamın iyisi alışverişte belli olur.” atasözü ile aşağıdakilerden hangisi anlatılmak istenmemiştir?
A) İnsanların karakteri alış verişte belli olur.
B) Alışverişte pazarlık yapılmalıdır.
C) Alışveriş esnasında insanlar kendilerini belli ederler.
D) Alışverişte dürüst olan insan iyi olduğunu belli eder.
“Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin.” atasözü ile ne anlatılmak istenmiştir?
A) Her insan açlıktan hırsızlık yapar.
B) Çok konuşanlar arsızdır.
C) İnsanlara yapılan kötü muamele onları değiştirir.
D) Hırsızlar arsız insanlardır.
Aşağıdakilerden hangisi “Balık ağa girdikten sonra aklı başına gelir.” atasözüne uygun anlam içermez?
A) Hatayı kabul etmek erdemdir.
B) İnsan iş işten geçince üzülür.
C) İnsanlar fırsatı kaçırınca değerini anlarlar.
D) İnsanlar hataları yüzünden sorun yaşarlar.
”Birlikten kuvvet doğar.” atasözü ile aynı anlama gelen atasözü hangisidir?
A) Bol bol yiyen be bel bakar.
B) Buğday başak verince orak pahaya çıkar.
C) Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
D)Cemaat ne kadar çok olsa imam bildiğini okur.
“Boyuma göre boy buldum, ……... göre ………bulamadım” atasözünde boş bırakılan yere ne gelmelidir?
A) sesine – ses
B) güzelliğime – güzellik
C) huyuma – huy
D) zenginliğime – zenginlik
“Açma sırrını dostuna, o da …….dostuna.” atasözünde boş bırakılan yere ne gelmelidir?
A) okur
B) söyler
C) duyurur
D) kızar
“Açın karnı doyar ………….doymaz.” atasözünde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelir?
A) gözü
B) susuzluğu
C) ruhu
D) kulağı
Aşağıdaki atasözlerinden hangileri aynı anlamı taşır?
1. Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al.
2. Üzüm üzüme baka baka kararır.
3. Pehlivan kispetinin yağından belli olur.
4. Ne şiş yansın ne kebap
A) 1-2
B) 1-3
C) 3-4
D) 2-4
Aşağıdakilerden hangisi “tedbirli olmak” ile ilgili bir atasözüdür?
A) Ne karanlıkta yat, ne kara düş gör.
B) Fazla mal göz çıkarmaz.
C) Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
D) Açın karnı doyar, gözü doymaz.
Aşağıdakilerden hangisi atasözü değildir?
A) Acıkmış kudurmuştan beterdir.
B) Derede tarla sel için, tepede harman yel için
C) Dam başında dana dingilder, kış dedim yine dingilder.
D) Çekişilmeyince pekişilmez.
Aşağıdakilerden hangisi atasözü değildir?
A) At çalındıktan sonra ahırın kapısını kapamak.
B) Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz.
C) Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane.
D) Selin ağzı tutulur, elin ağzı tutulmaz.
“Ücreti yüksek de olsa işi ustasına yaptırmalı.” anlamına gelen atasözü aşağıdakilerden hangisidir?
A) Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmekte üstüne ver.
B) Kaz gelecek yeden tavuk esirgenmez.
C) El elden üstündür.
D) Gülü seven dikenine katlanır.
Aşağıdaki atasözlerinden hangisi “suçu kabul etmemek” anlamını taşır?
A) Helalzade barıştırır, haramzade karıştırır.
B) Harman döven öküzün başı bağlanmaz.
C) Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz.
D) Hamala semeri yük olmaz.
“Dünyayı sel bassa ördeğe vız gelir.” Atasözünün anlamı nedir?
A ) Ördek iyi bir yüzücüdür.
B) Bir çok kimse için felaket olan şey bazılarını ilgilendirme.
C) Ördekler suyu sever.
D) Bir çok insan seli sevmez ama ördekler sever.
“Fukaranın tavuğu, zenginin atı kıymetli olur.” atasözünün anlamı nedir?
A) Gaflet uykusunda olan kişiye söz kar etmez.
B) Yoksul geçimini, varlıklı keyfini düşünür.
C) Garip ve kimsesiz kişiye Allah yardım eder.
D) İnsana kendi işi ağır gelmez.
“Ne şiş yansın ne kebap.” atasözünün anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Ağızdan çıkan bir söz artık gizli kalmaz.
B) Bir işin başarıya ulaşması için plan gerekir.
C) İki taraf da gücendirilmesin veya korunsun.
D) Şaka yaparken bile incelikten ayrılmamak gerekir.
Aşağıdakilerden hangisi "Sakla samanı gelir zamanı." atasözü ile aynı anlama gelen atasözüdür?
A) Ak akçe kara gün içindir.
B) Ekmeden biçilmez.
C) İşleyen demir pas tutmaz.
D) Bin ölçüp bir biçmeli.
"Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman dostluk olamaz." Yukarıdaki özdeyişle aşağıdaki atasözlerimizden hangisi arasında anlamca yakınlık vardır?
A) Dost acı söyler.
B) Dost kara günde belli olur.
C) Dost ile ye iç, alışveriş etme.
D) Düşenin dostu olmaz.
Aşağıdaki atasözlerinden hangisi "Körle yatan şaşı kalkar." atasözüyle benzer bir anlam taşır?
A) Dostun attığı taş baş yarmaz.
B) Üzüm üzüme baka baka kararır.
C) Son pişmanlık fayda vermez.
D) Öfkeyle kalkan zararla oturur
28 Kasım 2013 Perşembe
hz ali dönemi mısır da kurulan
A-)İSLAMİYET`TİN DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU
_İslamiyet`ten Önce ARABİSTAN`ın Durumu
Arabistan;Asya`nın güneybatısında bulunan bir yarımadadır.Kızıldeniz ve Basra Körfezi arasında yer alır.Yarımadayı çevreleyen dağlar arasında özellikle iç kesimlerde uçsuz bucaksız uzanan çöller vardır.
*İklim koşullarının yetersiz olması bu bölgede önemli uygarlıkların yaratılmasını engellemiştir.
Siyasi Durum ve Halk:
1.Araplar Sami ırkına mensuptular,
2.Arabistanda yaşayanlar halkı iki grupta incelemek mümkündür;
*Güney Araplar:Yemenliler olup genellikle yerleşik bir hayatı benimsemişlerdir.
*Kuzey Araplar:Arabistan`ın kuzey bölgesinde daha çok göçebe (bedevi) bir hayat sürmekteydiler.
1)Tarih içinde Yemen`de Main Devleti,Seba devleti ve Himyeriler devleti kurulmuştur.
2)Kuzey Arabistan`da Nebatiler,Tedmürlüler ve Gassaniler devleti kurulmuştur.
3)İslam tarihi bakımından son derece önemli bir yer olan Hicaz bölgesinde ise bir devlet yok idi.
4)Hicaz bölgesinin iki önemli şehri Mekke ve Yesrip (daha sonraki adı Medine) idi.
5)Mekke`de Kureyş kabilesi hakim idi.
6)Mekke gerek ticaret yollarının keşiştiği bir yerde olması gerekse Kâbe`yi ziyarete gelen Araplar sayesinde önemli bir ticaret ve din merkezi duruma geldi.
7)Bu arada İran,Habeşistan,Yemen ve Bizans ilede ticaret yapılıyordu.
8)Medine ise daha çok tarım sehriydi. Buarada Araplar ve Yahudiler birlikte yaşıyordu.
Din ve İnanış:
Arabistan`da yaygın olarak puperestlik vardır.Büyük putlar Kâbe`de bulunurdu.Putlar ziyaret edilir,kurban kesilir,panayırlar düzenlenirdi.Bu sayede Mekke önemli bir iktisadi güce sahip olmuştu.Hicaz`da tek tanrı inancına sahip hanife denilen insanlar vardı.Yhudilik ve Hristiyanlık da Araplar tarafından biliniyordu.
**__! Mekke`de Hz.İbrahim ve oğlu Hz.İsmail`in Allah`ın emri üzerine inşa ettikleri “Kâbe” bulunmaktadı
1-ASYA (siyasi durum):
_Bizans İmparatorluğu (395,1453)
Kavimler Göçü sonucunda Roman İmparatorluğu, büyük karışıklıklar içinde kalmış ve eski gücünün büyük ölçüde kaybetmişti.Bunun sonucu olarak 395 yılında Batı ve Doğu Roman İmparatorlukları olraka ikiye ayrıldı.Batı Roma İmparatorluğu`nun başkenti eskiden olduğu gibi Roma,Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti ise Bizans (İstanbul) oldu.İslamiyet`in doğuşu sırasında Bizans`ın başında bulunan Herakleios,Kartaca valisinin oğlu idi.Donanmayla İstanbul`a gelerek İmparatorluğu ele geçiren Herakleios Roma tarihinin en güç ve en karanlık devrinde görev başına gelmişti.Bizans İmparatorluğu daha sonraki yıllarda Sasanîlerin,Slâvların,Avarların ve Hunların saldırılarına uğradı.VII.yüzyılda Müslümanlar,bir yadan Bizans`ı kuşatırken,diğer yandan Süriye,Filistin,Mısır,Kuzey Afrika,müslümanların eline geçti.1017 Malazgirt Savaşında ağır yenilgiye uğrayan Bizans,kısa zamanda Anadolu`nun büyük bir kısmını kaybetti.29 Mayıs 1453`te Osmanlı Padişahı F.Sultan Mehmet,İstanbul`u fethederek Bizans İmpaaratorluğu`na son verd
_Sasaniler (224-651)
Miladi III.yüzyılın başlarında İran`da Partlar hakimdir.İran`da Part imparatorluğu zayıflamasında Sasan`ın oğlu Bebek, 224 yılında bağımsızlığını ilan etti.Bbek`in oğlu Ardeşir,Partları yenerek başkentleri Medain`i ele geçirdi.Sasaniler en güçlü dönemlerini, I. Hüsrev zamanında yaşadılar.Sasaniler, Batı Göktürk Yabgusu İstemi ile anlaşarak, Akhunlar devletine son verdiler.İpek Yolu`nu kapatmaları,Sasanilerin,Göktürklerle aralarının açılmasına neden oldu.Göktürkler, Sasanilere karşı Bizans ile ittifak yaptılar.Sasaniler, Göktürklerin ve Bizanslıların saldırıları sonucu iyice yıprandılar.Hz. Ebubekir döneminde başlayan Müslüman Arap ordularının İran seferleri,Sasanilerin çıkışını hızlandırdı. Hz. Ömer zamanında kazanılan Kadisiye (635) ve Nihavend (642) savaşlarında Sasaniler ağır yenilgiye uğradılar.Horosan taraflarına kaçarak mücadeleyi sürdürmek isteyen III. Zeydcerd`in 651`de öldürülmesiyle, Sasani Develeti sona erdi
_Göktürkler
Çin`in siyasi faaliyetleri sonucu Göktürk Devleti 582 yılında doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı.Her iki Göktürk devleti daha sonra meydana gelen olaylar sonucu Çin hakimiyetine girdiler.552`de Bumin Kaan tarafından kuruldu.İslamiyetin ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı dönemde Göktürkler, Asya`da önemli bir siyasi güç olmaktan çıkmışlar ve Çin hakimiyeti altında girmiş bulunuyorlardı
_Hindistan
XI.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hindistan <<Raca>> ünvanıyla anılan birçok prensler tarafından idare edilmeye başladı.Hindistan`ın İlk Çağdan beri istilalara uğraması, bu ülkede siyasi birliğin kurulmasına imkan vermemişti.Hint halkı arasında bir kaynaşmanın olmayışının en önemli sebebi “Kast Sistemi” idi.Buna göre Hint halkı çeşitli sınıflara ayrılmıştı. Bu sınıflar şunlardı: Brahmanlar, askerler ve asilller, vaysiyaler (tüccarlar,çiftçiler) ,südralar (işçiler). Hindistan`da ilk siyasi birliği sağlayan Guptalar (320-550) oldu.
VI. yüzyılınn sonunda başkent Thanesar olmak üzere bir krallık kuruldu. Böylece Thanesar hanedanı ortaya çıktı.605`te on altı yaşında Harşa başa geçmişti.O tahta çıktığı sırada ülke karışıklık içindeydi. Harşa ilk olarak çeşitli bölgeleri kontrolü altına almak istedi.Bunun içinde harekete geçti ve 620`de mahalli prensleri mağlup ederek hemen hemen bütün Kuzey Hindistan`a hakim oldu.
İslamiyetin doğuşu sırasında siyasi birliğin bulunmadığı Hindistan Nepallilerin ve Tibetlilerin saldırılarına uğramaktaydı.
_Çin
İslamiyetin doğduğu yıllarda Çin`de siyasi birlik, Sui ve Tı_ang Hanedanları (589-906) tarafından sağlanmış durumdaydı. Çin`de üç yüz yıllık mücadele ve parçalanma döneminden sonra Sui hanedanı birliği yeniden kurdu. Bu hanedanın yönetimi sırasında Çinlilerin Göktürkler ile münasebetleri oldu.Daha sonra Çin`de patlak veren iç savaşta Sui hanedanının yönetimi sona erdi. Tı_anglar öteki rakiplerini yenerek Çin tahtına çıktılar.Çin, bu dönemde çeşitli yollarla Göktürkleri ikiye bölmüş ve 630`da hakimiyeti altına almıştı.Orta Asya`da tek güç haline gelen Çin, yayılması sonucunda Çin sınırları İran`da Kore`ye Moğolistan`dan Güneydoğu Asya`ya kadar genişlemiş durumdaydı.
_İslamiyet`ten Önce ARABİSTAN`ın Durumu
Arabistan;Asya`nın güneybatısında bulunan bir yarımadadır.Kızıldeniz ve Basra Körfezi arasında yer alır.Yarımadayı çevreleyen dağlar arasında özellikle iç kesimlerde uçsuz bucaksız uzanan çöller vardır.
*İklim koşullarının yetersiz olması bu bölgede önemli uygarlıkların yaratılmasını engellemiştir.
Siyasi Durum ve Halk:
1.Araplar Sami ırkına mensuptular,
2.Arabistanda yaşayanlar halkı iki grupta incelemek mümkündür;
*Güney Araplar:Yemenliler olup genellikle yerleşik bir hayatı benimsemişlerdir.
*Kuzey Araplar:Arabistan`ın kuzey bölgesinde daha çok göçebe (bedevi) bir hayat sürmekteydiler.
1)Tarih içinde Yemen`de Main Devleti,Seba devleti ve Himyeriler devleti kurulmuştur.
2)Kuzey Arabistan`da Nebatiler,Tedmürlüler ve Gassaniler devleti kurulmuştur.
3)İslam tarihi bakımından son derece önemli bir yer olan Hicaz bölgesinde ise bir devlet yok idi.
4)Hicaz bölgesinin iki önemli şehri Mekke ve Yesrip (daha sonraki adı Medine) idi.
5)Mekke`de Kureyş kabilesi hakim idi.
6)Mekke gerek ticaret yollarının keşiştiği bir yerde olması gerekse Kâbe`yi ziyarete gelen Araplar sayesinde önemli bir ticaret ve din merkezi duruma geldi.
7)Bu arada İran,Habeşistan,Yemen ve Bizans ilede ticaret yapılıyordu.
8)Medine ise daha çok tarım sehriydi. Buarada Araplar ve Yahudiler birlikte yaşıyordu.
Din ve İnanış:
Arabistan`da yaygın olarak puperestlik vardır.Büyük putlar Kâbe`de bulunurdu.Putlar ziyaret edilir,kurban kesilir,panayırlar düzenlenirdi.Bu sayede Mekke önemli bir iktisadi güce sahip olmuştu.Hicaz`da tek tanrı inancına sahip hanife denilen insanlar vardı.Yhudilik ve Hristiyanlık da Araplar tarafından biliniyordu.
**__! Mekke`de Hz.İbrahim ve oğlu Hz.İsmail`in Allah`ın emri üzerine inşa ettikleri “Kâbe” bulunmaktadı
1-ASYA (siyasi durum):
_Bizans İmparatorluğu (395,1453)
Kavimler Göçü sonucunda Roman İmparatorluğu, büyük karışıklıklar içinde kalmış ve eski gücünün büyük ölçüde kaybetmişti.Bunun sonucu olarak 395 yılında Batı ve Doğu Roman İmparatorlukları olraka ikiye ayrıldı.Batı Roma İmparatorluğu`nun başkenti eskiden olduğu gibi Roma,Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti ise Bizans (İstanbul) oldu.İslamiyet`in doğuşu sırasında Bizans`ın başında bulunan Herakleios,Kartaca valisinin oğlu idi.Donanmayla İstanbul`a gelerek İmparatorluğu ele geçiren Herakleios Roma tarihinin en güç ve en karanlık devrinde görev başına gelmişti.Bizans İmparatorluğu daha sonraki yıllarda Sasanîlerin,Slâvların,Avarların ve Hunların saldırılarına uğradı.VII.yüzyılda Müslümanlar,bir yadan Bizans`ı kuşatırken,diğer yandan Süriye,Filistin,Mısır,Kuzey Afrika,müslümanların eline geçti.1017 Malazgirt Savaşında ağır yenilgiye uğrayan Bizans,kısa zamanda Anadolu`nun büyük bir kısmını kaybetti.29 Mayıs 1453`te Osmanlı Padişahı F.Sultan Mehmet,İstanbul`u fethederek Bizans İmpaaratorluğu`na son verd
_Sasaniler (224-651)
Miladi III.yüzyılın başlarında İran`da Partlar hakimdir.İran`da Part imparatorluğu zayıflamasında Sasan`ın oğlu Bebek, 224 yılında bağımsızlığını ilan etti.Bbek`in oğlu Ardeşir,Partları yenerek başkentleri Medain`i ele geçirdi.Sasaniler en güçlü dönemlerini, I. Hüsrev zamanında yaşadılar.Sasaniler, Batı Göktürk Yabgusu İstemi ile anlaşarak, Akhunlar devletine son verdiler.İpek Yolu`nu kapatmaları,Sasanilerin,Göktürklerle aralarının açılmasına neden oldu.Göktürkler, Sasanilere karşı Bizans ile ittifak yaptılar.Sasaniler, Göktürklerin ve Bizanslıların saldırıları sonucu iyice yıprandılar.Hz. Ebubekir döneminde başlayan Müslüman Arap ordularının İran seferleri,Sasanilerin çıkışını hızlandırdı. Hz. Ömer zamanında kazanılan Kadisiye (635) ve Nihavend (642) savaşlarında Sasaniler ağır yenilgiye uğradılar.Horosan taraflarına kaçarak mücadeleyi sürdürmek isteyen III. Zeydcerd`in 651`de öldürülmesiyle, Sasani Develeti sona erdi
_Göktürkler
Çin`in siyasi faaliyetleri sonucu Göktürk Devleti 582 yılında doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı.Her iki Göktürk devleti daha sonra meydana gelen olaylar sonucu Çin hakimiyetine girdiler.552`de Bumin Kaan tarafından kuruldu.İslamiyetin ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı dönemde Göktürkler, Asya`da önemli bir siyasi güç olmaktan çıkmışlar ve Çin hakimiyeti altında girmiş bulunuyorlardı
_Hindistan
XI.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hindistan <<Raca>> ünvanıyla anılan birçok prensler tarafından idare edilmeye başladı.Hindistan`ın İlk Çağdan beri istilalara uğraması, bu ülkede siyasi birliğin kurulmasına imkan vermemişti.Hint halkı arasında bir kaynaşmanın olmayışının en önemli sebebi “Kast Sistemi” idi.Buna göre Hint halkı çeşitli sınıflara ayrılmıştı. Bu sınıflar şunlardı: Brahmanlar, askerler ve asilller, vaysiyaler (tüccarlar,çiftçiler) ,südralar (işçiler). Hindistan`da ilk siyasi birliği sağlayan Guptalar (320-550) oldu.
VI. yüzyılınn sonunda başkent Thanesar olmak üzere bir krallık kuruldu. Böylece Thanesar hanedanı ortaya çıktı.605`te on altı yaşında Harşa başa geçmişti.O tahta çıktığı sırada ülke karışıklık içindeydi. Harşa ilk olarak çeşitli bölgeleri kontrolü altına almak istedi.Bunun içinde harekete geçti ve 620`de mahalli prensleri mağlup ederek hemen hemen bütün Kuzey Hindistan`a hakim oldu.
İslamiyetin doğuşu sırasında siyasi birliğin bulunmadığı Hindistan Nepallilerin ve Tibetlilerin saldırılarına uğramaktaydı.
_Çin
İslamiyetin doğduğu yıllarda Çin`de siyasi birlik, Sui ve Tı_ang Hanedanları (589-906) tarafından sağlanmış durumdaydı. Çin`de üç yüz yıllık mücadele ve parçalanma döneminden sonra Sui hanedanı birliği yeniden kurdu. Bu hanedanın yönetimi sırasında Çinlilerin Göktürkler ile münasebetleri oldu.Daha sonra Çin`de patlak veren iç savaşta Sui hanedanının yönetimi sona erdi. Tı_anglar öteki rakiplerini yenerek Çin tahtına çıktılar.Çin, bu dönemde çeşitli yollarla Göktürkleri ikiye bölmüş ve 630`da hakimiyeti altına almıştı.Orta Asya`da tek güç haline gelen Çin, yayılması sonucunda Çin sınırları İran`da Kore`ye Moğolistan`dan Güneydoğu Asya`ya kadar genişlemiş durumdaydı.
ingilizce numaralar
0=zero=sıfır (ziro)
1=one=bir (van)
2=two=iki (tu)
3=three=üç (tıri)
4=four=dört (for)
5=five=beş (fayf)
6=six=altı (siks)
7=seven=yedi (sevın)
8=eight=sekiz (eyt)
9=nine=dokuz (nayn)
10=ten=on (ten)
11=eleven=onbir (ilevın)
12=twelve=oniki (tüvelf)
13=thirteen=onüç (törtiin)
14=fourteen=ondört (fortiin)
15=fifteen=onbeş (fiftiin)
16=sixteen=onaltı (sikstiin)
17=seventeen=onyedi (sevıntiin)
18=eightteen=onsekiz (eyttiin)
19=nineteen=ondokuz (nayntiin)
20=twenty=yirmi (tıveni)
21=twenty one=yirmibir (tıveni van)
30=thirty=otuz (törti)
40=forty=kırk (forti)
50=fifty=elli (fifti)
60=sixty=altmış (siksti)
70=seventy=yetmiş (sevınti)
80=eighty=seksen (eytti)
90=ninety=doksan (naynti)
100=one hundred=yüz (van handırıd
1=one=bir (van)
2=two=iki (tu)
3=three=üç (tıri)
4=four=dört (for)
5=five=beş (fayf)
6=six=altı (siks)
7=seven=yedi (sevın)
8=eight=sekiz (eyt)
9=nine=dokuz (nayn)
10=ten=on (ten)
11=eleven=onbir (ilevın)
12=twelve=oniki (tüvelf)
13=thirteen=onüç (törtiin)
14=fourteen=ondört (fortiin)
15=fifteen=onbeş (fiftiin)
16=sixteen=onaltı (sikstiin)
17=seventeen=onyedi (sevıntiin)
18=eightteen=onsekiz (eyttiin)
19=nineteen=ondokuz (nayntiin)
20=twenty=yirmi (tıveni)
21=twenty one=yirmibir (tıveni van)
30=thirty=otuz (törti)
40=forty=kırk (forti)
50=fifty=elli (fifti)
60=sixty=altmış (siksti)
70=seventy=yetmiş (sevınti)
80=eighty=seksen (eytti)
90=ninety=doksan (naynti)
100=one hundred=yüz (van handırıd
ilk türk islam devletleri büyük selçuklular
ilk Türk islam devletleri, Kpss sorularına her yıl konu olan bir başlıktır. ilk Türk islam devletleri ile kültür ve medeniyetleri konularından her yıl 1 ya da 2 soru çıkmaktadır. Türklerin İslamiyet’e girmelerinde en büyük etken Talas Savaşı olmuştur. 751 yılındaki bu savaş Çinliler ile Abbasiler arasında Orta Asya hakimiyeti için olmaktaydı. Karluklar bu savaşta Abbasi İslam ordularını destekleyerek savaşı kazanmalarını sağlamıştır.
* Talas Savaşının Sonuçları:
Türkler kitleler halinde Müslüman olmuşlardır.
Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler yakınlaşmadan dolayı artmıştır.
ilk Türk islam Devletleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Araplara Çinlilerden geçen kağıt, matbaa, pusula ve barut Türklere de geçmeye başlamıştır.
* Talas Savaşının Sonuçları:
Türkler kitleler halinde Müslüman olmuşlardır.
Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler yakınlaşmadan dolayı artmıştır.
ilk Türk islam Devletleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Araplara Çinlilerden geçen kağıt, matbaa, pusula ve barut Türklere de geçmeye başlamıştır.
cograyanın ilişkileri
COĞRAFYANIN TANIMI VE KONUSU YARDIMCI BİLİMLERİ , B**ÜMLERİ VE ÖZELLİKLERİ
Tanımı : Coğrafya, geo(Yer ) ile graphein ( tasvir etmek ) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmektedir. Coğrafyanın konusu yeryüzüdür. Coğrafyanın konusu içerisine yaşam içerisinde var olan bir çok şey girmektedir. Örneğin çevreyi
oluşturan taşküre(litosfer),suküre(hidrosfer),havaküre(atmos fer) ve canlılar küresi ( biyosfer ) coğrafyanın araştırması kaps***** girmektedir.
Coğrafya insanın yaşadığı doğal çevre ile ilişkilerini konu edinen bir bilimdir.Coğrafyanın tanımı yapılırken en çok yapılan hatalardan biri de coğrafyayı sadece bir dağın yüksekliğini bilmek yada bir akarsuyun kaç km olduğunu bilmek sanmaktır. Biraz önce yapılan açıklamadan da anlaşılacağına göre doğal ortam ve bu doğal ortamın etkileri önemlidir. Bir coğrafyacı dağların yüksekliğini tam olarak bilmeyebilir ama o dağın tarım,ulaşım,turizm ve nüfuslanma üzerindeki etkilerini çok bilir.
Coğrafya Biliminin İlkeleri : Her bilim dalının olduğu gibi coğrafyanın da kendine özgü metot ve ilkeleri bulunmaktadır. Coğrafya bir olayı incelerken şu ilkelerden yararlanmaktadır. Bu ilkeler şunlardır ;
1. Nedensellik İlkesi : Coğrafi olayların araştırılması sırasında olayların nedenleri sorulmakta ve bunlara yanıtlar aranmaktadır. Örneğin Yağmur nasıl yağmaktadır ? , Deprem neden olan faktörler nelerdir ?
2. Dağılış İlkesi : Coğrafi olayların yeryüzündeki dağılımı incelenmektedir. Coğrafyacı bir olayın sadece nedenini araştırmakla kalmaz bu olayın yeryüzü genelinde dağılımını da incelemektedir. Yukarıda sorulan soruları coğrafyacı şöyle devam eder ; Yağmurun ülkemizdeki coğrafi dağılımı nasıldır ? Türkiye’de depremler hangi sahalarda daha fazladır ? ağılış ilkesi sadece coğrafya ya haz bir özelliktir.
3. Karşılıklı İlgi İlkesi: Coğrafi olayların birbirleri ile olan bağlantıları da incelenmektedir. Örneğin Yağışın basınçla , sıcaklığın Güneş ışınlarının düşme açısı ile olan ilişkisi ya da Dağlık ve engebelik alanların nüfus ve yerleşme üzerindeki etkileri de incelenmektedir.
Coğrafya Biliminin Yararlandığı Diğer Bilim Dalları :
1. Astronomi : Uzay bilimi
2. Jeoloji : Yer Bilimi
3. Jeofizik : Dünyanın iç yapısının inceleyen bilim dalı
4. Hidroloji : Sular bilimi
5. Meteoroloji: Atmosfer olaylarını inceleyen bilim dalı
6. Kartografya :Harita bilimi
7. Zooloji : Hayvan bilimi
8. Botanik : Bitki bilimi
9. Antropoloji : İnsan bilimi
10.Etnoloji : İnsan ırklarını inceleyen bilim dalı
11.Sosyoloji : Toplum inceleyen bilim dalı
12.Demografi : Nüfus bilimi
COĞRAFYANIN B**ÜMLERİ
Coğrafya incelemiş olduğu konuları göre iki bölüme ayrılmaktadır :
1. Genel Coğrafya
A. Fiziki Coğrafya
a) Jeomorfoloji
b) Klimatoloji
c) Biyocoğrafya
d) Hidrografya
B. Beşeri Coğrafya
C. Ekonomik Coğrafya
2. Yerel Coğrafya
A) Bölge Coğrafyası
B) Ülke Coğrafyası
C) Kıta coğrafyası
1. GENEL COĞRAFYA : Fiziki beşeri ve ekonomik olayların yeryüzünün tamamında ayrı ayrı ele almaktadır. Olayların meydana geliş nedenleri ve dağılışları incelenmektedir. Gözlem ve karşılaştırma yapılarak olaylar bir sınıflandırmaya çalışmaktadır. Genel coğrafya incelemiş olduğu konular bakımından üç bölüme ayrılmaktadır.
A) Fiziki Coğrafya : Yüzey şekilleri başta olmak üzere okyanuslar denizler göller ve akarsular gibi su küreyi oluşturan unsurlar da inceleme alanına girmektedir. Fiziki coğrafya denizlince yeryüzünün dış görünümü aklımıza gelmelidir.
Jeomorfoloji ( Yüzey şekilleri bilimi ) : Yeryüzü şekillerinin oluşumlarını araştırır. bunları sınıflandırır. Örneğin Depremlerin meydana gelmesi . akarsuların oluşturmuş olduğu şekiller , buzul ve rüzgarların meydana getirdiği yer şekilleri jeomorfolojinin inceleme alanına girmektedir.
Klimatoloji( İklim Bilgisi ): Yeryüzündeki iklim tiplerini ve bu iklim tiplerinin coğrafi dağılımını incelemektedir. Örnek vermek gerekirse Tropikal iklimi meydana getiren şartlar ve bu iklimin görüldüğü yerler klimatoloji biliminin kapsamı alanına girmektedir.
Biyocoğrafya( Canlılar coğrafyası ) : İnsan hariç yeryüzündeki diğer canlıların ( hayvan ve bitki ) coğrafi dağılışını ve bu bu dağılışı etkileyen fiziki şartları incelemektedir. Örneğin küçük baş hayvanların dağılım alanları ve bu dağılımda etkili olan iklim koşulları ve yer şekillerinin etkisi biyocoğrafyanın konusudur.
Hidrografya ( sular coğrafyası ) : Denizler , göller, akarsular ile yeraltı sularının özelliklerini inceler dağılışlarını açıklar .
B) Beşeri Coğrafya : Yeryüzündeki insan topluluklarının doğal ortamla olan ilişkilerini incelemektedir.
İnsanlara ait tüm özellikler beşeri coğrafyanın konusu içerisinde yer almaktadır. Örneğin İnsanların sayısı , yıldan yıla değişimi bu değişimde etkili olan faktörler , İnsanların yaş cinsiyet , medeni durum, çalışma koşulları , eğitim seviyesi gibi özellikleri beşeri coğrafyanın kapsamı içerisinde yer almaktadır .
Tanımı : Coğrafya, geo(Yer ) ile graphein ( tasvir etmek ) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmektedir. Coğrafyanın konusu yeryüzüdür. Coğrafyanın konusu içerisine yaşam içerisinde var olan bir çok şey girmektedir. Örneğin çevreyi
oluşturan taşküre(litosfer),suküre(hidrosfer),havaküre(atmos fer) ve canlılar küresi ( biyosfer ) coğrafyanın araştırması kaps***** girmektedir.
Coğrafya insanın yaşadığı doğal çevre ile ilişkilerini konu edinen bir bilimdir.Coğrafyanın tanımı yapılırken en çok yapılan hatalardan biri de coğrafyayı sadece bir dağın yüksekliğini bilmek yada bir akarsuyun kaç km olduğunu bilmek sanmaktır. Biraz önce yapılan açıklamadan da anlaşılacağına göre doğal ortam ve bu doğal ortamın etkileri önemlidir. Bir coğrafyacı dağların yüksekliğini tam olarak bilmeyebilir ama o dağın tarım,ulaşım,turizm ve nüfuslanma üzerindeki etkilerini çok bilir.
Coğrafya Biliminin İlkeleri : Her bilim dalının olduğu gibi coğrafyanın da kendine özgü metot ve ilkeleri bulunmaktadır. Coğrafya bir olayı incelerken şu ilkelerden yararlanmaktadır. Bu ilkeler şunlardır ;
1. Nedensellik İlkesi : Coğrafi olayların araştırılması sırasında olayların nedenleri sorulmakta ve bunlara yanıtlar aranmaktadır. Örneğin Yağmur nasıl yağmaktadır ? , Deprem neden olan faktörler nelerdir ?
2. Dağılış İlkesi : Coğrafi olayların yeryüzündeki dağılımı incelenmektedir. Coğrafyacı bir olayın sadece nedenini araştırmakla kalmaz bu olayın yeryüzü genelinde dağılımını da incelemektedir. Yukarıda sorulan soruları coğrafyacı şöyle devam eder ; Yağmurun ülkemizdeki coğrafi dağılımı nasıldır ? Türkiye’de depremler hangi sahalarda daha fazladır ? ağılış ilkesi sadece coğrafya ya haz bir özelliktir.
3. Karşılıklı İlgi İlkesi: Coğrafi olayların birbirleri ile olan bağlantıları da incelenmektedir. Örneğin Yağışın basınçla , sıcaklığın Güneş ışınlarının düşme açısı ile olan ilişkisi ya da Dağlık ve engebelik alanların nüfus ve yerleşme üzerindeki etkileri de incelenmektedir.
Coğrafya Biliminin Yararlandığı Diğer Bilim Dalları :
1. Astronomi : Uzay bilimi
2. Jeoloji : Yer Bilimi
3. Jeofizik : Dünyanın iç yapısının inceleyen bilim dalı
4. Hidroloji : Sular bilimi
5. Meteoroloji: Atmosfer olaylarını inceleyen bilim dalı
6. Kartografya :Harita bilimi
7. Zooloji : Hayvan bilimi
8. Botanik : Bitki bilimi
9. Antropoloji : İnsan bilimi
10.Etnoloji : İnsan ırklarını inceleyen bilim dalı
11.Sosyoloji : Toplum inceleyen bilim dalı
12.Demografi : Nüfus bilimi
COĞRAFYANIN B**ÜMLERİ
Coğrafya incelemiş olduğu konuları göre iki bölüme ayrılmaktadır :
1. Genel Coğrafya
A. Fiziki Coğrafya
a) Jeomorfoloji
b) Klimatoloji
c) Biyocoğrafya
d) Hidrografya
B. Beşeri Coğrafya
C. Ekonomik Coğrafya
2. Yerel Coğrafya
A) Bölge Coğrafyası
B) Ülke Coğrafyası
C) Kıta coğrafyası
1. GENEL COĞRAFYA : Fiziki beşeri ve ekonomik olayların yeryüzünün tamamında ayrı ayrı ele almaktadır. Olayların meydana geliş nedenleri ve dağılışları incelenmektedir. Gözlem ve karşılaştırma yapılarak olaylar bir sınıflandırmaya çalışmaktadır. Genel coğrafya incelemiş olduğu konular bakımından üç bölüme ayrılmaktadır.
A) Fiziki Coğrafya : Yüzey şekilleri başta olmak üzere okyanuslar denizler göller ve akarsular gibi su küreyi oluşturan unsurlar da inceleme alanına girmektedir. Fiziki coğrafya denizlince yeryüzünün dış görünümü aklımıza gelmelidir.
Jeomorfoloji ( Yüzey şekilleri bilimi ) : Yeryüzü şekillerinin oluşumlarını araştırır. bunları sınıflandırır. Örneğin Depremlerin meydana gelmesi . akarsuların oluşturmuş olduğu şekiller , buzul ve rüzgarların meydana getirdiği yer şekilleri jeomorfolojinin inceleme alanına girmektedir.
Klimatoloji( İklim Bilgisi ): Yeryüzündeki iklim tiplerini ve bu iklim tiplerinin coğrafi dağılımını incelemektedir. Örnek vermek gerekirse Tropikal iklimi meydana getiren şartlar ve bu iklimin görüldüğü yerler klimatoloji biliminin kapsamı alanına girmektedir.
Biyocoğrafya( Canlılar coğrafyası ) : İnsan hariç yeryüzündeki diğer canlıların ( hayvan ve bitki ) coğrafi dağılışını ve bu bu dağılışı etkileyen fiziki şartları incelemektedir. Örneğin küçük baş hayvanların dağılım alanları ve bu dağılımda etkili olan iklim koşulları ve yer şekillerinin etkisi biyocoğrafyanın konusudur.
Hidrografya ( sular coğrafyası ) : Denizler , göller, akarsular ile yeraltı sularının özelliklerini inceler dağılışlarını açıklar .
B) Beşeri Coğrafya : Yeryüzündeki insan topluluklarının doğal ortamla olan ilişkilerini incelemektedir.
İnsanlara ait tüm özellikler beşeri coğrafyanın konusu içerisinde yer almaktadır. Örneğin İnsanların sayısı , yıldan yıla değişimi bu değişimde etkili olan faktörler , İnsanların yaş cinsiyet , medeni durum, çalışma koşulları , eğitim seviyesi gibi özellikleri beşeri coğrafyanın kapsamı içerisinde yer almaktadır .
doğal unsurlara
Coğrafyanın konusu insan ile çevresi arasındaki karşılıklı ilişkilerdir.
Çevremizde insan ve insanların oluşturduğu unsurların dışında kalan her şeye DOĞAL UNSUR denir. Başlıca doğal unsurlar ; sıcaklık , rüzgar , nem , hava , yağmur , kar , dolu , bulut , kayaçlar , bitkiler , hayvanlar , toprak , akarsu , dağ , ova göl , dalgalar , mağara v.b.’dir.
Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insanların beslenme , giyinme ve barınma şekillerine baktığımızda
büyük farklılıklar görürüz. Bu farklılığın nedeni ise bulundukları doğal çevrenin birbirinden farklı olmasıdır.Örneğin ; kutuplar çevresinde yaşayan insanlar barınaklarını doğal çevrede var olan kar ve buzdan yapar. Yine bulundukları ortamın etkisiyle kalın giysiler giyer. Buna karşılık sıcak ve nemli iklim koşullarının yaşandığı ekvatoral bölgedeki insanlar barınaklarını ağaçlardan yapar , ince giysiler giyer
Çevremizde insan ve insanların oluşturduğu unsurların dışında kalan her şeye DOĞAL UNSUR denir. Başlıca doğal unsurlar ; sıcaklık , rüzgar , nem , hava , yağmur , kar , dolu , bulut , kayaçlar , bitkiler , hayvanlar , toprak , akarsu , dağ , ova göl , dalgalar , mağara v.b.’dir.
Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insanların beslenme , giyinme ve barınma şekillerine baktığımızda
büyük farklılıklar görürüz. Bu farklılığın nedeni ise bulundukları doğal çevrenin birbirinden farklı olmasıdır.Örneğin ; kutuplar çevresinde yaşayan insanlar barınaklarını doğal çevrede var olan kar ve buzdan yapar. Yine bulundukları ortamın etkisiyle kalın giysiler giyer. Buna karşılık sıcak ve nemli iklim koşullarının yaşandığı ekvatoral bölgedeki insanlar barınaklarını ağaçlardan yapar , ince giysiler giyer
uyak ve kafiye
KAFİYE (UYAK): Mısra sonlarındaki yazılışları ve okunuşları aynı, anlamları ve görevleri farklı kelimelerin, eklerin benzerliğine kafiye denir.
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü,
Nücuma sor ki, bu kirpikler uyku görmüş mü?
1) YARIM KAFİYE: Tek ses benzerliğine dayanan kafiyedir.
Örnek-1
Ben çektiğim kimler çeker
Gözlerim kanlı yaş döker
Bulanık bulanık akar
Dağlarım seliyim şimdi
Örnek-2
İstedim kendimi bu göle atam
Elimi uzatıp yavruyu tutam
Örnek-3
Üstümüzden gelen boran kış gibi
Şahin pençesinde yavru kuş gibi
Seher sabahında rüya düş gibi
Çağıta bağırta aldı dert beni
2) TAM KAFİYE: İki ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.
Örnek-1
Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o, nasıldır diye rüzgarlara sordum,
Hulyamı tutan bir büyü var onda diyordum
Örnek-2
Sen miydin o afet ki dedim, bezm-i ezelde
Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde,
Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde,
Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı.
Örnek-3
On atlıya karar verdim yaşını
Yenice sevdaya salmış başını
El yanında yakar gider kaşını
Tenhalarda gülüşünü sevdiğim.
3) ZENGİN KAFİYE: Üç ya da daha çok ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.
Örnek-1
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı.. Buz tutuyor her soluk
Örnek-2
Baygın bir ihtizaz ile bi-huş akar dere,
Sahillerinde çocuklar uzanmış çemenlere…
Örnek-3
Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yareyim
Dost ilinden avareyim
Gel gör beni aşk neyledi
4) CİNASLI KAFİYE: Anlamları ayrı, fakat yazılış ve okunuşları aynı olan kelime ve kelime gruplarının mısra sonunda tekrarı ile oluşan kafiyedir.
Örnek-1
Niçin kondun a bülbül
Kapımdaki asmaya
Ben yarimden vazgeçmem
Götürseler asmaya
Örnek-2
Bilmem ki yaz mı gelmiş
Niçin açmış gül erken
Aklımı kayıp ettim
Nazlı yarim gülerken
Örnek-3
Kendin çöz kendin tara Bağ bana
Değmesin el başına Bahçe sana bağ bana
Ben yarime kavuştum Değme zincir kar etmez
Darısı el başına Zülfün teli bağ bana
REDİF: Mısra sonlarında yazılışları, okunuşları, anlamları ve görevleri aynı olan eklerin, kelime ve kelime gruplarının tekrar edilmesine “redif” denir.
Örnek-1
Bizim elde bahar olur, yaz olur.
Göller dolu ördek olur, kaz olur.
Sevgi arasında yüz bin naz olur.
Suçumu bağışla, ben sana kurban.
Örnek-2
Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü,
Nücuma sor ki, bu kirpikler uyku görmüş mü?
1) YARIM KAFİYE: Tek ses benzerliğine dayanan kafiyedir.
Örnek-1
Ben çektiğim kimler çeker
Gözlerim kanlı yaş döker
Bulanık bulanık akar
Dağlarım seliyim şimdi
Örnek-2
İstedim kendimi bu göle atam
Elimi uzatıp yavruyu tutam
Örnek-3
Üstümüzden gelen boran kış gibi
Şahin pençesinde yavru kuş gibi
Seher sabahında rüya düş gibi
Çağıta bağırta aldı dert beni
2) TAM KAFİYE: İki ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.
Örnek-1
Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o, nasıldır diye rüzgarlara sordum,
Hulyamı tutan bir büyü var onda diyordum
Örnek-2
Sen miydin o afet ki dedim, bezm-i ezelde
Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde,
Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde,
Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı.
Örnek-3
On atlıya karar verdim yaşını
Yenice sevdaya salmış başını
El yanında yakar gider kaşını
Tenhalarda gülüşünü sevdiğim.
3) ZENGİN KAFİYE: Üç ya da daha çok ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.
Örnek-1
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı.. Buz tutuyor her soluk
Örnek-2
Baygın bir ihtizaz ile bi-huş akar dere,
Sahillerinde çocuklar uzanmış çemenlere…
Örnek-3
Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yareyim
Dost ilinden avareyim
Gel gör beni aşk neyledi
4) CİNASLI KAFİYE: Anlamları ayrı, fakat yazılış ve okunuşları aynı olan kelime ve kelime gruplarının mısra sonunda tekrarı ile oluşan kafiyedir.
Örnek-1
Niçin kondun a bülbül
Kapımdaki asmaya
Ben yarimden vazgeçmem
Götürseler asmaya
Örnek-2
Bilmem ki yaz mı gelmiş
Niçin açmış gül erken
Aklımı kayıp ettim
Nazlı yarim gülerken
Örnek-3
Kendin çöz kendin tara Bağ bana
Değmesin el başına Bahçe sana bağ bana
Ben yarime kavuştum Değme zincir kar etmez
Darısı el başına Zülfün teli bağ bana
REDİF: Mısra sonlarında yazılışları, okunuşları, anlamları ve görevleri aynı olan eklerin, kelime ve kelime gruplarının tekrar edilmesine “redif” denir.
Örnek-1
Bizim elde bahar olur, yaz olur.
Göller dolu ördek olur, kaz olur.
Sevgi arasında yüz bin naz olur.
Suçumu bağışla, ben sana kurban.
Örnek-2
Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.
hayat nedir
Geçen gün öğlenüstü, Zeynep “tendonları” sakatlanmış omzuma bol miktarda buz, elektrik, ilaç, ultrasonlu soğutma uyguladıktan sonra iki yanındaki ağaçların kızıllaşıp soyunmaya hazırlandığı sakin sokağa çıkıp sahile doğru yürüdüm.
Alabildiğine sıcak bir kasım günüydü.
Deniz kendi ışığından neredeyse beyazlaşmış, açıklardaki adalar karakalem resimler gibi kabarmış, çimlerin inatçı yeşilliği daha da bir parlaklaşmış, mevsimlere teslim olmayan İstanbul gülleri boyunlarını dikmişlerdi.
Sahilde orta yaşlı birkaç adamla, kasıklarının hemen üstünden başlayıp dizkapaklarının altında biten daracık bir kapriyle bir bikini üstü giymiş sarışın genç bir kadın voleybol oynuyorlardı.
Adamların dikkatinin oyundan çok kadında olduğunu düşünüyordu insan.
Biraz ötede başka bir genç kadın denizin hemen kenarında hazırola geçip elini alnına götürerek bizim göremediğimiz bir şeyi selamlıyordu.
Çimenlerin üstüne açılır kapanır sandalyelerini yerleştirmiş iki sevgili kitap okuyorlardı.
Birkaç yeni yetme oğlanla onların biraz öteye havlusunu sermiş yaşlıca bir hanım denize giriyorlardı.
Hırpani kılıklı bir genç bir banka oturmuş peynir ekmekten oluşan öğlen yemeğini yiyordu.
Her yaştan insan, bazıları hızlı, bazıları yavaş, yürüyüş yapıyorlardı.
Kargalar midyeleri havadan taşların üstüne bırakarak kırıyor sonra bir pikeyle inip kırdıkları midyeleri yiyorlardı.
Kıyıya çekilmiş büyücek deniz motorları kış için elden geçiriliyordu.
Park görevlileri çimenlere dökülmüş kuru yaprakları topluyordu.
Sakin, huzurlu, alışılmamış derece sıcak bir kasım öğlesiydi.
Benim biraz sonra döneceğim gazetede göreceklerimle, bu sahilde gördüklerim birbirinden tümüyle farklıydı.
Vaktinin çoğunu kapalı odalarda geçiren insanlar için şaşırtıcı bir görüntüydü.
Bizim “hayat” diye gördüklerimizle, buradaki hayat birbirine hiç benzemiyordu.
Önce “bunların hangisi gerçek hayat” diye sordum kendime?
Sonra da kaçınılmaz olarak, insanların başına binlerce yıldır bela olan o korkunç ve basit soruya geldi sıra.
Hayat nedir?
Yaşadıkları hayatta mutlaka şikâyet edilecek bir eksiklik bulan insanların neredeyse ortaklaşa olarak inandıkları “iyi bir hayat” tarifi var.
Kendilerinin ulaşamadığı ama birilerinin mutlaka ulaştığına inandıkları ve sürekli aradıkları “iyi” bir hayat.
O “iyi” hayatta ulaşılması zor olan şeyler bulunuyor.
Para mesela.
İyi bir hayat sağlar mı para?
Dünyanın en zengin kadını daha birkaç yıl önce gencecik yaşında öldürmüştü kendini.
Güzellik mi?
Uyku ilaçlarını içip bu dünyadan ayrılan Marilyn Monroe’dan daha güzel biri bulunabilir mi?
Şöhret mi?
Psikiyatristlerin salonları “ünlülerle” dolu.
Kafamızda olan o “hayata” sahip olanların çoğunluğunun pek de memnun olmadığı anlaşılıyor.
Hayat nedir peki?
Bunun binlerce cevabı var herhalde, bu kadar çok cevabı varsa, aslında cevabı yok demektir.
Hayat sen ne görüyorsan odur, bence.
Sen kımıldadıkça, hayat da senle beraber kıpırdar, gördüklerin değiştikçe hayat da değişir.
Milyonlarca, milyarlarca hayattan tek bir hayat tarifi çıkartabilmek için binlerce yıl uğraştı insanlar, böyle bir tarif bulmayı başaramadılar.
Böyle bir tarif yok çünkü.
Bir banka oturdum.
Ayaklarımı uzattım.
Bir sigara yaktım.
Güneş ısıtıyordu, etraf çimen ve yosun kokuyordu, insanlar huzurluydu, deniz sakindi, bir kadın denize selam duruyordu, diğeri o denizde yüzüyordu, adamlar genç bir kadınla top oynuyordu.
Güneş batarken dağılacaklar, hepsi orada gördüğünden daha başka bir hayat görecekti.
Ben de birazdan başka bir hayata doğru yürüyecektim.
Birbirinden farklı bunca hayata sahip insanların tek bir benzerliği vardı.
Hepimiz yaşıyorduk.
Yaşamak iyiyd
Alabildiğine sıcak bir kasım günüydü.
Deniz kendi ışığından neredeyse beyazlaşmış, açıklardaki adalar karakalem resimler gibi kabarmış, çimlerin inatçı yeşilliği daha da bir parlaklaşmış, mevsimlere teslim olmayan İstanbul gülleri boyunlarını dikmişlerdi.
Sahilde orta yaşlı birkaç adamla, kasıklarının hemen üstünden başlayıp dizkapaklarının altında biten daracık bir kapriyle bir bikini üstü giymiş sarışın genç bir kadın voleybol oynuyorlardı.
Adamların dikkatinin oyundan çok kadında olduğunu düşünüyordu insan.
Biraz ötede başka bir genç kadın denizin hemen kenarında hazırola geçip elini alnına götürerek bizim göremediğimiz bir şeyi selamlıyordu.
Çimenlerin üstüne açılır kapanır sandalyelerini yerleştirmiş iki sevgili kitap okuyorlardı.
Birkaç yeni yetme oğlanla onların biraz öteye havlusunu sermiş yaşlıca bir hanım denize giriyorlardı.
Hırpani kılıklı bir genç bir banka oturmuş peynir ekmekten oluşan öğlen yemeğini yiyordu.
Her yaştan insan, bazıları hızlı, bazıları yavaş, yürüyüş yapıyorlardı.
Kargalar midyeleri havadan taşların üstüne bırakarak kırıyor sonra bir pikeyle inip kırdıkları midyeleri yiyorlardı.
Kıyıya çekilmiş büyücek deniz motorları kış için elden geçiriliyordu.
Park görevlileri çimenlere dökülmüş kuru yaprakları topluyordu.
Sakin, huzurlu, alışılmamış derece sıcak bir kasım öğlesiydi.
Benim biraz sonra döneceğim gazetede göreceklerimle, bu sahilde gördüklerim birbirinden tümüyle farklıydı.
Vaktinin çoğunu kapalı odalarda geçiren insanlar için şaşırtıcı bir görüntüydü.
Bizim “hayat” diye gördüklerimizle, buradaki hayat birbirine hiç benzemiyordu.
Önce “bunların hangisi gerçek hayat” diye sordum kendime?
Sonra da kaçınılmaz olarak, insanların başına binlerce yıldır bela olan o korkunç ve basit soruya geldi sıra.
Hayat nedir?
Yaşadıkları hayatta mutlaka şikâyet edilecek bir eksiklik bulan insanların neredeyse ortaklaşa olarak inandıkları “iyi bir hayat” tarifi var.
Kendilerinin ulaşamadığı ama birilerinin mutlaka ulaştığına inandıkları ve sürekli aradıkları “iyi” bir hayat.
O “iyi” hayatta ulaşılması zor olan şeyler bulunuyor.
Para mesela.
İyi bir hayat sağlar mı para?
Dünyanın en zengin kadını daha birkaç yıl önce gencecik yaşında öldürmüştü kendini.
Güzellik mi?
Uyku ilaçlarını içip bu dünyadan ayrılan Marilyn Monroe’dan daha güzel biri bulunabilir mi?
Şöhret mi?
Psikiyatristlerin salonları “ünlülerle” dolu.
Kafamızda olan o “hayata” sahip olanların çoğunluğunun pek de memnun olmadığı anlaşılıyor.
Hayat nedir peki?
Bunun binlerce cevabı var herhalde, bu kadar çok cevabı varsa, aslında cevabı yok demektir.
Hayat sen ne görüyorsan odur, bence.
Sen kımıldadıkça, hayat da senle beraber kıpırdar, gördüklerin değiştikçe hayat da değişir.
Milyonlarca, milyarlarca hayattan tek bir hayat tarifi çıkartabilmek için binlerce yıl uğraştı insanlar, böyle bir tarif bulmayı başaramadılar.
Böyle bir tarif yok çünkü.
Bir banka oturdum.
Ayaklarımı uzattım.
Bir sigara yaktım.
Güneş ısıtıyordu, etraf çimen ve yosun kokuyordu, insanlar huzurluydu, deniz sakindi, bir kadın denize selam duruyordu, diğeri o denizde yüzüyordu, adamlar genç bir kadınla top oynuyordu.
Güneş batarken dağılacaklar, hepsi orada gördüğünden daha başka bir hayat görecekti.
Ben de birazdan başka bir hayata doğru yürüyecektim.
Birbirinden farklı bunca hayata sahip insanların tek bir benzerliği vardı.
Hepimiz yaşıyorduk.
Yaşamak iyiyd
3 sınıf matematik
Esra’nın babası Esra’ya 2 düzine kalem aldı. Buna göre babası Esra’ya kaç kalem aldı?
A) 20
B) 24
C) 30
Doğal sayıları yazmak için kaç tane rakam kullanıyoruz?
A) 8
B) 9
C) 10
Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A) 2 onluk 3 birlikten oluşan sayı 23’tür.
B) 8 birlik 4 onluktan oluşan sayı 48’dir.
C) 96 sayısı 92’den küçüktür.
Aşağıdaki işlemlerden hangisinin sonucu 60 doğal sayısına yuvarlanır.
A) 35+32
B) 45+14
C) 22+31
Aşağıdaki doğal sayılardan hangisi 70 sayısına yuvarlanmaz?
A) 76
B) 71
C) 69
6 onluk 2 birlikten oluşan sayı aşağıdakilerden hangisidir?
A) 62
B) 26
C) 6
2 onluk 3 birlikten oluşan sayı ile 4 onluk 5 birlikten oluşan sayının toplamı
kaçtır?
A) 76
B) 77
C) 68
8 onluk 4 birlikten oluşan sayının okunuşu aşağıdakilerden hangisidir?
A) seksen dört
B) kırk sekiz
C) seksen
Aşağıdaki ifadelerden hangisi 91 sayısını ifade eder?
A) 1 onluk 9 birlik
B) 9 onluk 1 birlik
C) 9 onluk
4 birlik + 7 onluktan oluşan sayı aşağıdakilerden hangisidir?
A) 47
B) 74
C) 75
56 sayısının onlar basamağındaki rakamın basamak değeri aşağıdakilerden hangisidir?
A) 5
B) 6
C) 50
82 sayısının birler basamağındaki rakamın basamak değeri aşağıdakilerden hangisidir?
A) 2
B) 8
C) 10
İki basamaklı en küçük sayı aşağıdakilerden hangisidir?
A) 10
B) 10
C) 99
Bir sınıfta 26 öğrenci vardı. 12 öğrenci daha geldi. Sınıfın mevcudu kaç kişi oldu?
A) 28
B) 32
C) 38
49 sayısı aşağıdaki onluklardan hangisine daha yakındır?
A) 40
B) 50
C) 60
27 Kasım 2013 Çarşamba
asurluluar/
ASUR, M. Ö. 3000 yıllarından M. Ö. 612 yılına kadar ilkin Asur şehrinde, sonra merkezi Asur şehri olmak üzere, bütün Mezopotamya, Elâm, Suriye, hattâ Mısır’da hüküm sürmüş bir devlettir.
Asur önce Sümer, sonra A’kad, daha sonra da Subar, Kut ve üçüncü Ur hanedanı egemenliği altında kalmıştır. Fakat bu zamanlarda buraya Samiler gelmiş, yerli halk tabakası ile kaynaşarak yüzyıllarca süren Asur varlığının temelini atmışlardır.
Asur tarihi Eski, Orta ve Yeni Asur Çağları diye üç bölüme ayrılır.
1. Eski Asur Çağı: M.Ö. 2100-1800 yılları arasında gösterilebilecek olan Eski Asur Çağı’nda hükümdar İlusuma, Asur’u bağımsız bir devlet haline getirmişti. Kendisinden sonra gelen İrisum’la İkunum, Asur’un bağımsızlığını kuvvetlendiren, memleketi imar eden krallar olarak anılırlar. I. Sargon ise devletin sınırlarını doğuya doğru çok genişletmiştir.
2. Orta Asur Çağı: Bu çağda Asur gerek siyasal gerekse kültürel bakımdan değişik bir hüviyetle ortaya çıkar. Asur, Eski Çağ’ın sonlarında uzun zaman Babil ve Mitanni devletlerinin nüfuzu altında kalmıştı. Ünlü Asur kralı Asur-Uballit yurdunu bunların nüfuzundan kurtararak büyük bir devlet haline getirdi. Ondan sonraki krallardan Enlil-Harari (M. Ö. 1340-1326), I. Adad-Narari (M. Ö. 1310-1281 ), I. Salmanasar (M. Ö. 1280-1256), I. Tukulti-Nimurta (M. Ö. 1255-1216) zamanında da, Asur’un yükselişi devam etti.
3. Yeni Asur Çağı : Asur kültür tarihinin en önemli olaylarından biri bu çağa rastlar. M. Ö. XIV. yüzyıldan beri gelenek halinde yürürlükte olan hukuki esaslar nihayet M. Ö. 1100 yıllarında bir hukuk kitabı halinde toplanmıştır.
Asur Şehirleri
Eski Asur şehri devamlı surette devlet merkezi olmuştu. Fakat Orta Asur Çağı’ndan itibaren devlet merkezi birkaç defa değiştirilmiştir. Bu arada I. Adad-Narari, Kalah’ı ikinci bir merkez olarak kurmuş, oğlu I.Tukulti-Ninurta da, Asur şehri kuzeyindeki Kâr-Tukulti-Ninurta’yı kurmuştur.
Asur’un Genişlemesi
Yeni Asur Çağı kralları daima harb ve fütuhatla uğraşmışlardır. Bilhassa Sargonidler hanedanını kurmuş olan II. Sargon ile ondan sonra gelenlerin hüküm sürdüğü devir çok önemlid’ir. II. Sargon (Şarru-Kin) M. O. 722′den 705′e kadar hüküm sürdü. Bu yıllarda Asur tarihinin en yüksek devri açılır. Sargon ilk fırsatta Samaria’yı ele geçirerek İsrail devletini kesin olarak yıktı,. Elâm ile bağlaşma halinde olan Babil Kralı Merodahbaladan’la ilk karşılaşmaları bir sonuca bağlanmadığından, bunu bir tarafa bırakarak Urartu’ya döndü, Van’a kadar bütün Urartu’yu istila etti. Bundan sonra tekrar Babil’e döndü, orayı da Basra Körfezi’ne kadar aldı. Merodahbaladan’ı Babil’den ve asıl memleketi Bıt-Yakin’den kaçmak zorunda bıraktı. Böylece, Asur’un sınırları Dilmun (bugünkü Bahreyn) adalarından Kıbrıs’a kadar uzandı. Başkent de Dur-Şarrukin’e (Khorsabad) taşındı.
Sargon’dan sonra yerine geçen oğlu Sanherib, saltanatı boyunca (M. Ö. 705-681 ) Babil meselesinin halli ile uğraşmıştır. Çünkü babasının ölümünden sonra Kaide, Elâm ve Aram gibi komşuları ile bağlaşma yapmış olan Merodahbaladan tekrar isyan etmişti. Sanherib bunu ve yerine geçen yeni Babil kralını yenerek Babil tahtına oturdu, Babil meselesini kökünden halletmek ve yerine Ninova’yı geçirebilmek düşüncesi ile Babil’i iyice tahrip etti. Babasının başkenti Dur-Şarrukin’i bırakarak Ninova’yı (Koyuncuk) onardı, burası onun zamanında’en parlak devrini yaşadı.
Sanherib’den sonra küçük oğlu Asarhaddon, Güney-Doğu Anadolu’da ve Finike ile Filistin’de bazı eyaletleri daha aldı, birkaç sefer sonunda da Mısır’ı Asur egemenliği altına almayı başardı. Mısır’a yaptığı üçüncü seferde öldü, Asur tahtına küçük oğlu Asurbanipal, Babil tahtına da öbür oğlu Şamaşşumukin geçti.
Asurbanipal Devri
Her bakımdan üstün bir kral olan Asurbanipal bir yandan Asur kültürünün Babil’e denk bir seviyeye yükselmesine, bir yandan da Asur’un sınırlarının korunması, bazı yeni zaferler kazanılması suretiyle Asur ihtişamının devamına, Asur siyasi nüfuzunun öbür devletlere yayılması yolu ile de bu ihtişamın büsbütün, artmasına çalıştı. Böyle olduğu halde Mısır onun zamanında Asur egemenliğinden çıkmıştır.
Asurbanipal zamanında Asur o zamanki dünyanın en büyük kültür merkezlerinden biri oldu. Zira Asurbanipal bir yandan yıllar boyunca sürüp giden harblerle uğraşırken, öte yandan da eski Sümer ve Babil kültürüne bir yeniden canlanma devri yaşatmıştır. Dünyaca ünlü olan kütüpanesi bu eski eserlerin kopyalarından meydana gelmiş, böylece birçok eserlerin zamanımıza kadar gelmesi kabil olmuştur.
Asur’un Yıkılışı
Asurbanipal’İn ölümünden sonra eski tarihçilerin Sardanapal dedikleri Şinşarişkun zamanında Med Kralı Keyaksar idaresinde birleşen Babil ile diğer yenilmiş milletler Ninova’yı zaptederek taş üstünde taş kalmayacak şekilde yakıp yıktılar (M. Ö. 612). Son Asur kuvvetleri Harran yöresinde biraz karşı koydularsa da sonunda bu direnme de kırıldı, böylece kan ve zulümle kurulmuş bulunan büyük Asur İmparatorluğu sona erdi.
Asur Edebiyat ve Sanatı
Asur ve Babil’in dili, eski bir Sâmi dilin birer diyeleğidir. Çivi yazısını Sümerliler’den öğrenmişlerdir. Edebiyatları aralıksız olarak Sümer edebiyatının etkisi altında kalmıştır. Manzum olarak destanlar, ilâhiler, dualar gibi lirik parçalar, büyü metinleri yazmışlardır. Tarihi yazıtlar içinde kral yazıtları önemli bir yer tutar.
Asur hukuk metinleri vasıtası ile devlet teşkilatı ve sosyal düzen hakkında bilgi edinmek mümkün olmuştur. Şimdiye kadar ilk Asur kanun koyucusu olarak Hamurabi tanınıyordu. Son zamanlarda yapılan kazılar ise ondan önce Eşnunnalı Bilalama ile İsinli Lipitiştar’ın da kanunları olduğunu meydana çıkarmıştır.
Babilli ve Asurlular’da mektup çeşidi de vardı. Bu mektupların başlıca vasfı ağızdan söyleniyormuş gibi olmalarıdır.
Geometri, matematik, jeoloji, botanik, coğrafya, tıp ve kimya üzerine yazılmış birçok Asur eserleri de bulunmuştur. Asur okullarında gramer okutulurdu. Hayvan masalları çeşidi de Asur-Babil edebiyatı örnekleri arasındadır.
Asur sanatı, Asurluların siyasi münasebette bulundukları komşu ülkelerin sanatlarının etkisi altında kalmakla beraber, kendine özgü, milli bir karakter taşır. Asur sanatına özel karakterini veren doğruluk, gerçeğe uygunluk kaygısı, nispetlerde ve çaptaki ululuktur. Asur sanatının Eski Doğu’nun sanat anlayışından ayrıldığı önemli bir nokta da, dini olmaktan kurtulmasıdır. Asurlular tanrı heykelleri yanında kıral heykelleri, tapınaklar yanında saraylar kurmakla kalmamışlar, aynı zamanda askerlerin bir nehirden geçmesi, bir şehrin zaptı, zafer anıtlarının dikilmesi gibi kendileri için daimi bir harb haliyle ifade edilebilen günlük hayatın çeşitli olaylarını da tasvir etmişlerdir.
Asur mimarlığının en belli karakteri din dışı olmasıdır. Bundan dolayıdır ki tapınaklar hep ikişer tanrıya ayrılmış, büyük kral saraylarına ek olarak yapılmıştır. Asur yapılarında sütun İlk defa M. Ö. 1100 tarihlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Saraylar bir nevi büyük evler topluluğuydu. Heykelcilik Mısır’da olduğu kadar gelişmemiş, halk arasına girmemişti. Yalnız krallar, tapınakları ve sarayları süslemek için tanrıların ve kendilerinin heykellerini yaptırırlardı.
Bugün ele geçen eserler Asurlular’ın sanatın birçok kolunda çok ileri gitmiş olduklarını gösterir. Çeşitli mühürler, heykelcik veya levha şeklinde muskalar, taştan oyma kablar, üstü sırla kaplı çanak ve çömlek Asurlular’a mahsus özellikler taşır. Bu arada, Kral II. Sargon’un (M. Ö. 720-705) yazıtını taşıyan bir vazo vardır. Bu vazonun camı özel ve pek ağır bir cinstendir. «Fırın Kapısı» adını taşıyan ve Asurbanipal’in kitaplığında bulunan bir eserde sır ve cam yapmaya mahsus bilgiler, vardır.
Asur önce Sümer, sonra A’kad, daha sonra da Subar, Kut ve üçüncü Ur hanedanı egemenliği altında kalmıştır. Fakat bu zamanlarda buraya Samiler gelmiş, yerli halk tabakası ile kaynaşarak yüzyıllarca süren Asur varlığının temelini atmışlardır.
Asur tarihi Eski, Orta ve Yeni Asur Çağları diye üç bölüme ayrılır.
1. Eski Asur Çağı: M.Ö. 2100-1800 yılları arasında gösterilebilecek olan Eski Asur Çağı’nda hükümdar İlusuma, Asur’u bağımsız bir devlet haline getirmişti. Kendisinden sonra gelen İrisum’la İkunum, Asur’un bağımsızlığını kuvvetlendiren, memleketi imar eden krallar olarak anılırlar. I. Sargon ise devletin sınırlarını doğuya doğru çok genişletmiştir.
2. Orta Asur Çağı: Bu çağda Asur gerek siyasal gerekse kültürel bakımdan değişik bir hüviyetle ortaya çıkar. Asur, Eski Çağ’ın sonlarında uzun zaman Babil ve Mitanni devletlerinin nüfuzu altında kalmıştı. Ünlü Asur kralı Asur-Uballit yurdunu bunların nüfuzundan kurtararak büyük bir devlet haline getirdi. Ondan sonraki krallardan Enlil-Harari (M. Ö. 1340-1326), I. Adad-Narari (M. Ö. 1310-1281 ), I. Salmanasar (M. Ö. 1280-1256), I. Tukulti-Nimurta (M. Ö. 1255-1216) zamanında da, Asur’un yükselişi devam etti.
3. Yeni Asur Çağı : Asur kültür tarihinin en önemli olaylarından biri bu çağa rastlar. M. Ö. XIV. yüzyıldan beri gelenek halinde yürürlükte olan hukuki esaslar nihayet M. Ö. 1100 yıllarında bir hukuk kitabı halinde toplanmıştır.
Asur Şehirleri
Eski Asur şehri devamlı surette devlet merkezi olmuştu. Fakat Orta Asur Çağı’ndan itibaren devlet merkezi birkaç defa değiştirilmiştir. Bu arada I. Adad-Narari, Kalah’ı ikinci bir merkez olarak kurmuş, oğlu I.Tukulti-Ninurta da, Asur şehri kuzeyindeki Kâr-Tukulti-Ninurta’yı kurmuştur.
Asur’un Genişlemesi
Yeni Asur Çağı kralları daima harb ve fütuhatla uğraşmışlardır. Bilhassa Sargonidler hanedanını kurmuş olan II. Sargon ile ondan sonra gelenlerin hüküm sürdüğü devir çok önemlid’ir. II. Sargon (Şarru-Kin) M. O. 722′den 705′e kadar hüküm sürdü. Bu yıllarda Asur tarihinin en yüksek devri açılır. Sargon ilk fırsatta Samaria’yı ele geçirerek İsrail devletini kesin olarak yıktı,. Elâm ile bağlaşma halinde olan Babil Kralı Merodahbaladan’la ilk karşılaşmaları bir sonuca bağlanmadığından, bunu bir tarafa bırakarak Urartu’ya döndü, Van’a kadar bütün Urartu’yu istila etti. Bundan sonra tekrar Babil’e döndü, orayı da Basra Körfezi’ne kadar aldı. Merodahbaladan’ı Babil’den ve asıl memleketi Bıt-Yakin’den kaçmak zorunda bıraktı. Böylece, Asur’un sınırları Dilmun (bugünkü Bahreyn) adalarından Kıbrıs’a kadar uzandı. Başkent de Dur-Şarrukin’e (Khorsabad) taşındı.
Sargon’dan sonra yerine geçen oğlu Sanherib, saltanatı boyunca (M. Ö. 705-681 ) Babil meselesinin halli ile uğraşmıştır. Çünkü babasının ölümünden sonra Kaide, Elâm ve Aram gibi komşuları ile bağlaşma yapmış olan Merodahbaladan tekrar isyan etmişti. Sanherib bunu ve yerine geçen yeni Babil kralını yenerek Babil tahtına oturdu, Babil meselesini kökünden halletmek ve yerine Ninova’yı geçirebilmek düşüncesi ile Babil’i iyice tahrip etti. Babasının başkenti Dur-Şarrukin’i bırakarak Ninova’yı (Koyuncuk) onardı, burası onun zamanında’en parlak devrini yaşadı.
Sanherib’den sonra küçük oğlu Asarhaddon, Güney-Doğu Anadolu’da ve Finike ile Filistin’de bazı eyaletleri daha aldı, birkaç sefer sonunda da Mısır’ı Asur egemenliği altına almayı başardı. Mısır’a yaptığı üçüncü seferde öldü, Asur tahtına küçük oğlu Asurbanipal, Babil tahtına da öbür oğlu Şamaşşumukin geçti.
Asurbanipal Devri
Her bakımdan üstün bir kral olan Asurbanipal bir yandan Asur kültürünün Babil’e denk bir seviyeye yükselmesine, bir yandan da Asur’un sınırlarının korunması, bazı yeni zaferler kazanılması suretiyle Asur ihtişamının devamına, Asur siyasi nüfuzunun öbür devletlere yayılması yolu ile de bu ihtişamın büsbütün, artmasına çalıştı. Böyle olduğu halde Mısır onun zamanında Asur egemenliğinden çıkmıştır.
Asurbanipal zamanında Asur o zamanki dünyanın en büyük kültür merkezlerinden biri oldu. Zira Asurbanipal bir yandan yıllar boyunca sürüp giden harblerle uğraşırken, öte yandan da eski Sümer ve Babil kültürüne bir yeniden canlanma devri yaşatmıştır. Dünyaca ünlü olan kütüpanesi bu eski eserlerin kopyalarından meydana gelmiş, böylece birçok eserlerin zamanımıza kadar gelmesi kabil olmuştur.
Asur’un Yıkılışı
Asurbanipal’İn ölümünden sonra eski tarihçilerin Sardanapal dedikleri Şinşarişkun zamanında Med Kralı Keyaksar idaresinde birleşen Babil ile diğer yenilmiş milletler Ninova’yı zaptederek taş üstünde taş kalmayacak şekilde yakıp yıktılar (M. Ö. 612). Son Asur kuvvetleri Harran yöresinde biraz karşı koydularsa da sonunda bu direnme de kırıldı, böylece kan ve zulümle kurulmuş bulunan büyük Asur İmparatorluğu sona erdi.
Asur Edebiyat ve Sanatı
Asur ve Babil’in dili, eski bir Sâmi dilin birer diyeleğidir. Çivi yazısını Sümerliler’den öğrenmişlerdir. Edebiyatları aralıksız olarak Sümer edebiyatının etkisi altında kalmıştır. Manzum olarak destanlar, ilâhiler, dualar gibi lirik parçalar, büyü metinleri yazmışlardır. Tarihi yazıtlar içinde kral yazıtları önemli bir yer tutar.
Asur hukuk metinleri vasıtası ile devlet teşkilatı ve sosyal düzen hakkında bilgi edinmek mümkün olmuştur. Şimdiye kadar ilk Asur kanun koyucusu olarak Hamurabi tanınıyordu. Son zamanlarda yapılan kazılar ise ondan önce Eşnunnalı Bilalama ile İsinli Lipitiştar’ın da kanunları olduğunu meydana çıkarmıştır.
Babilli ve Asurlular’da mektup çeşidi de vardı. Bu mektupların başlıca vasfı ağızdan söyleniyormuş gibi olmalarıdır.
Geometri, matematik, jeoloji, botanik, coğrafya, tıp ve kimya üzerine yazılmış birçok Asur eserleri de bulunmuştur. Asur okullarında gramer okutulurdu. Hayvan masalları çeşidi de Asur-Babil edebiyatı örnekleri arasındadır.
Asur sanatı, Asurluların siyasi münasebette bulundukları komşu ülkelerin sanatlarının etkisi altında kalmakla beraber, kendine özgü, milli bir karakter taşır. Asur sanatına özel karakterini veren doğruluk, gerçeğe uygunluk kaygısı, nispetlerde ve çaptaki ululuktur. Asur sanatının Eski Doğu’nun sanat anlayışından ayrıldığı önemli bir nokta da, dini olmaktan kurtulmasıdır. Asurlular tanrı heykelleri yanında kıral heykelleri, tapınaklar yanında saraylar kurmakla kalmamışlar, aynı zamanda askerlerin bir nehirden geçmesi, bir şehrin zaptı, zafer anıtlarının dikilmesi gibi kendileri için daimi bir harb haliyle ifade edilebilen günlük hayatın çeşitli olaylarını da tasvir etmişlerdir.
Asur mimarlığının en belli karakteri din dışı olmasıdır. Bundan dolayıdır ki tapınaklar hep ikişer tanrıya ayrılmış, büyük kral saraylarına ek olarak yapılmıştır. Asur yapılarında sütun İlk defa M. Ö. 1100 tarihlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Saraylar bir nevi büyük evler topluluğuydu. Heykelcilik Mısır’da olduğu kadar gelişmemiş, halk arasına girmemişti. Yalnız krallar, tapınakları ve sarayları süslemek için tanrıların ve kendilerinin heykellerini yaptırırlardı.
Bugün ele geçen eserler Asurlular’ın sanatın birçok kolunda çok ileri gitmiş olduklarını gösterir. Çeşitli mühürler, heykelcik veya levha şeklinde muskalar, taştan oyma kablar, üstü sırla kaplı çanak ve çömlek Asurlular’a mahsus özellikler taşır. Bu arada, Kral II. Sargon’un (M. Ö. 720-705) yazıtını taşıyan bir vazo vardır. Bu vazonun camı özel ve pek ağır bir cinstendir. «Fırın Kapısı» adını taşıyan ve Asurbanipal’in kitaplığında bulunan bir eserde sır ve cam yapmaya mahsus bilgiler, vardır.
nazım şekilleri biçimleri
1. Manİ
Sözlü/anonim edebiyat ürünlerindendir.
Dört mısradan meydan gelir.
Yedili hece ölçüsüyle söylenir.
Sevgi, tabiat, övgü, yergi, evlât sevgisi, ayrılık, hasret ve aşk konularını işler.
İlk iki mısra doldurmadır, konuya giriş için söylenir. Son iki mısrada ise asıl söylenmek istenen verilir.
Maniler, düz mani ve ayaklı (cinaslı, kesik) mani olarak iki grupta incelenir. Cinaslı manilerde mısra sayısı dörtten fazla olabilir.
Söyleyeni belli olmayan, genellikle 7'li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir.
Doğu Anadolu'da mani yerine bayatı sözü de kullanılmaktadır.
Uyak düzeni aaba şeklindedir.
2. Türkü
Türkiye'nin sözlü geleneğinde, bir ezgi ile söylenen halk şiirinin her çeşidini göstermek için en çok kullanılan ad "türkü"dür. Özel durumlarda ya da ezginin, sözlerin çeşitlemesine göre ninni, ağıt, deyiş, hava adları da kullanılmaktadır.
Çağdan çağa ve yöreden yöreye içerik ve şekil olarak değişiklikler gösterebilir.
Aşk, doğa, güzellik, kahramanlık, sosyal konular türkülerin konusunu oluşturur.
Türküler aynı zamanda aşık edebiyatı nazım şeklidir. Yani söyleyeni belli türküler de vardır.
Kendine özgü bir ezgiyle söylenir.
8‘li ve 11’li hece kalıbıyla söylenir.
Bent ve kavuştak olmak üzere iki bölümden oluşur.
Hecenin sekizli ve on birli ölçüleriyle yazılır.
Türküler ezgilerine göre divan, usulsüz, bozlak, koşma, hoyrat, kayabaşı, Çukurova gibi çeşitlere ayrılır.
Ninni
Anonim/sözlü ürünlerdendir.
Türkü çeşitlerinden biridir.
Çocuğun uyumasının sağlanması ya da ağlamasının durması için, sade bir dille ve hece ölçüsüne göre ezgili olarak söylenen türkülerdir.
Söyleyeni belli olmayan bu ürünler dörtlüklerden ve nakarat bölümlerinden oluşur.
B. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
Âşık edebiyatı nazım tür ve çeşitleri çoğunlukla sözlü ürünlerdir. Ancak şehirde yaşamış, okumuş yazmış olan âşıklarla günümüzde yaşamakta olan âşıklar şiirlerini yazarlar.
1. Koşma
Âşık edebiyatında en çok sevilen ve kullanılan nazım şeklidir.
Dört dizeli bentlerden oluşur.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
11’li hece ölçüsüyle (6+5 ya da 4+4+3 duraklı olarak) yazılır/söylenir. 4+3 ve 4+4 kalıbıyla söylenmiş koşmalar da vardır.
Şair son dörtlükte mahlâsını söyler.
Uyak düzeni abab cccb dddb... şeklindedir. İlk dörtlüğün uyak düzeni xbxb ya da aaab şeklinde de olabilir.
Koşmalar genellikle lirik konularda söylenir.
Aşk, güzellik, tabiat, sevgi vb konular işlenir.
Koşmalar konularına göre güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt gibi nazım türleri içerir.
Karşılıklı konuşma (dedim-dedi) biçiminde olan koşmalar da vardır.
Ziyadeli koşmalara ayaklı koşma denir: ab(b)ab(b) cccb(b) dddb(b) ...
Önemli koşma şairleri Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Gevherî, Erzurumlu Emrah, Âşık Ömer.
2. Semai
Aruzla ve heceyle yazılan olmak üzere iki türlü semai vardır.
Heceyle yazılanlar koşmaya benzer.
Tek fark dizelerin hece sayısıdır.
Semai sekizli kalıpla yazılır.
Kendine özgü bir ezgiyle söylenir.
Dörtlüklerden oluşur.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
Uyak düzeni aynıdır.
Sevgi, güzellik, ayrılık ve doğa konularını işler.
Karacaoğlan ve Erzurumlu Emrah bu alanda meşhurdur.
3. Varsağı
Toroslardaki Varsak (Avşar) boyunun özel bir ezgiyle söylediği türkülerden geliştirilmiş bir nazım biçimidir.
Kendine özgü bestesi vardır.
Epik şiirlerdir.
Sert, yiğitçe bir söyleyişi vardır.
Hayattan ve talihten şikâyet gibi konular da işlenir.
Hecenin 8’li kalıbıyla yazılır.
Genellikle “bre, bre hey, hey, be hey” gibi ünlem sözcüklerine yer verilir.
Kafiyelenişi koşmayla aynıdır.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
Dadaloğlu ve Karacaoğlan varsağılarıyla ünlü iki şairdir.
4. Destan
Âşık şirinin en uzun nazım biçimidir. (Anonim destanlardan farklıdır.)
Dörtlüklerden oluşur.
Dörtlük sayısı konuya göre değişir. Kimi destanlarda yüzü geçer.
Savaşlar, kahramanlıklar, ayaklanmalar, kıtlıklar, doğal afetler, salgın hastalıklar, eşkıya ve ünlü kişilerin serüvenleri, gülünç olaylar, toplumsal taşlama ve eleştiri, atasözleri, hayvanlar destanlara konu olur.
Destan koşma gibi kafiyelenir: abab cccb dddb... İlk dörtlüğün uyak düzeni: xbxb şeklinde de olabilir.
Hecenin daha çok on birli kalıbıyla yazılır/söylenir. Sekizli kalıpla söylenenler de vardır.
Destanların kendine özgü bir ezgisi vardır.
Destanda da şair son dörtlükte mahlâsını söyler.
Seyranî ve Âşık Ömer bu alanda ünlüdür.
C. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Âşık edebiyatı nazım türleri genellikle koşma ve semai nazım şekilleriyle söylenir. Konuları bakımından koşma ve semaiden ayrılır.
1. Güzelleme
İnsan, tabiat, aşk, sevgi sevgilinin güzelliklerinden bahseden şiirlerdir. Koşma nazım şekliyle yazılır.
Lirik şiirlerdir.
En önemli şairi Karacaoğlan’dır.
2. Koçaklama
Coşkun ve yiğitçe bir üslûpla yiğitlik, kahramanlık ve savaş konularını işler.
Epik şiirlerdir.
Koşma şeklinde söylenir.
Edebiyatımızda Köroğlu ve Dadaloğlu koçaklama şairi olarak tanınır.
3. Taşlama
Bir kimseyi veya toplumun bozuk yönlerini eleştirmek için yazılan şiirlerdir.
Koşma nazım şekliyle yazılır.
Aşık Dertli, Bayburtlu Zihni, Ruhsati ve Develili Seyrani önemli taşlama şairleridir.
Divan edebiyatındaki adı hicviye’dir.
4. Ağıt
Sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü dile getirmek amacıyla ve koşma nazım şekliyle yazılan şiirlerdir.
İslamiyet öncesindeki adı sagu, Divan edebiyatındaki adı “mersiye”dir.
Anonim halk edebiyatında da ağıtlar olmakla birlikte ağıtlar âşık tarzı Türk edebiyatına aittir.
Doğal afetler, ölüm, hastalık vb. çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili ürünlerdir.
Ağıt söyleme işine ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir.
Koşma nazım şekliyle söylendiğine göre dörtlüklerden oluşur.
Kafiye şeması koşmadaki gibidir.
D. TEKKE EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir.
Tekke Edebiyatı nazım türleri şunlardır:
1. İlâhî
Allah aşkını konu edinen, Tanrıyı övmek, ona yalvarmak için yazılan/söylenen şiirlerdir.
Özel bir ezgiyle okunur.
İlâhîler tarikatlere göre türlü adlar alır: Mevlevîlerde âyin, Bektaşîlerde nefes, Alevilerde deme (deyiş, deme), diğer tarikatlerde de cumhur yada ilâhî denir.
Deme, Alevî ve Kızılbaş şairlerine aittir. Bestelenir. 8’li kalıpla söylenir.
İlâhîleriyle en çok Yunus Emre (XIII. yy.) ünlenmiştir.
İlâhî, yedili, sekizli ve on birli hece ölçüsüyle yazılır.
Dörtlük sayısı 3-7 arasındadır.
Kafiye düzeni koşmaya benzer: abab cccb dddb... İlk dörtlüğün uyak düzeni xbxb ya da aaab şeklinde de olabilir.
2. Nefes
Bektaşî şairlerinin yazdıkları tasavvufî şiirlerdir.
Nefeslerde genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücut (varlığı birliği) kavramı anlatılır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammet ve Hz: Ali için övgüler de söylenir.
Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslûp göze çarpar.
Edebiyatımızda Pir Sultan Abdal nefesleriyle ünlüdür.
3. Nutuk
Tekke önderlerinin tarikate yeni giren dervişlere tarikatin ilkelerini öğretmek macıyla söyledikleri didaktik şiirlerdir.
4. Devriye
İlâhîye benzer. Ezelden beri var olan insan ruhunun Allah’tan gelip tekrar Allah’a dönmesi düşüncesini işleyen şiirlerdir.
5. Şathiye (Şathiyat-ı Sofiyane)
Dinin ilkelerinden, inançlardan teklifsizce ve alaycı bir dille söz ediyormuş gibi söylenen şiirlerdir.
Görünüşte saçma sanılan bu şiirler aslında toplumun ve insanların eleştirisini yapmakta ve tasavvuf kavramlarını anlatmaktadır.
Bunlara genellikle Bektaşî şairlerinde rastlanır.
DİVAN ŞİİRİ NAZIM BİÇİMLERİ ve TÜRLERİ
Divan şiiri nazım şekil ve türleri -şarkı ve tuyuğ hariç- Arap ve Fars edebiyatlarından alınmıştır.
Genellikle beyit ve dörtlük, nazım birimi olarak kullanılmıştır.
A. NAZIM BİÇİMLERİ
Mısra
Ø Sözlük anlamı “çift kanatlı bir kapının kanatlarının her biri”dir.
Ø Şiirdeki anlamı, “ölçülü ve anlamlı, bir satırlık nazım parçası”dır.
Ø Divan şiirinde bir şiire bağlı olmayan, başlı balına bir anlamı olan mısralara “azade mısra” denir.
Ø Vecize düzeyine yükselmiş mısralara “mısra-ı berceste” denir.
Hâlini bilmez perişanın perişan olmayan (Ahmet Paşa)
O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler. (Hayalî)
Beyit
Ø Sözlük anlamı “ev”dir.
Ø Aynı ölçüde ve anlamca birbirine bağlı iki dizeden oluşan nazım birimidir.
Ø Divan edebiyatında öncelikle kullanılır.
Ø Beyit nazım birimiyle yazılan şiirlerde her beyit başlı başına anlam bütünlüğü arz eder.
Ø Beyitte dizeler birbiriyle kafiyeli olabildiği gibi kafiyesiz de olabilir. Bu, beytin, şiirin neresinde kullanıldığına ve kullanıldığı şiirin türüne göre değişir.
Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahadır
Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır (Nedim)
O gül-endam bir al şala bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün. (Enderunlu Vasıf)
I. BEYİTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1. Gazel
Ø Sözlük anlamı “kadınlarla âşıkane sohbet etmek”tir.
Ø Divan şiirinde en çok kullanılan nazım şeklidir.
Ø Aşk, sevgi, güzellik ve içki konularını işleyen şiirlerdir. Lirik bir nazım biçimidir.
Ø Konularına göre adlandırılırlar: âşıkâne (garamî, lirik; Fuzulî), rindâne (Bâkî), şûhâne (Nedimâne; Nedim), hikemî (Nâbî)
Ø Beyitlerle yazılır. Beyit sayısı 5-15 arasındadır (tek sayılar).
Ø Beyitler arasında genellikle konu bütünlüğü olmaz. Ama beyitler arasında anlam bakımından bir uyum olmalıdır. Bunu kafiye ve redif sağlar.
Ø Gazelde bütün beyitler aynı konuyu işliyorsa bu tür gazellere “yek-ahenk” denir; bütün beyitler aynı söyleyiş güzelliğindeyse bu tür gazellere de “yek-avaz” denir.
Ø İlk beytine “matla” (doğuş yeri) denir. Son beytine “makta” (kesme yeri, sonuç) denir. Şairin mahlâsını söylediği beyte (genellikle son beyit) “mahlâs beyti” denir. Gazelin en güzel beytine de “beytül-gazel” ya da “şah beyit” denir.
Ø Kafiye düzeni: aa xa xa xa xa xa
Ø Divan edebiyatında Fuzuli, Baki, Nedim, Necati, Taşlıcalı Yahya, Naili ve Şeyh Galip önemli gazel şairleridir.
2. Kaside
Ø Kelime anlamı “kastetmek, yönelmek”tir. Terim anlamı, “belli bir amaçla yazılmış manzume”dir.
Ø Arap edebiyatından alınmıştır.
Ø Beyitlerle yazılır
Ø Bölümlerden oluşur. Nesib/Teşbib (giriş), girizgâh, tegazzül, methiye, fahriye dua. (Aşağıda anlatılacak)
Ø Türk edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek için yazılan şiirlerdir.
Ø Beyit sayısı genellikle 33-99 arasındadır. Ama daha az veya çok da olabilir.
Ø Kafiyelenişi gazeldeki gibidir: aa xa xa xa xa xa ...
Ø Türüne, giriş bölümünün konusuna veya redifine göre isimlendirilebilir. Rediflerine göre: Su Kasidesi (Fuzulî), Güneş Kasidesi (Ahmet Paşa)... Konularına göre tevhit, münacat, naat, methiye olmak üzere türlere ayrılabilir. (Nazım türleri başlığı altında anlatılacak.)
Ø İlk beytine matla; son beytine makta; en güzel beytine beytülkasid; mahlâs beytine de tac beyit denir.
Ø Nefi, kasideleriyle meşhurdur.
Kasidenin Bölümleri
a. Nesib (teşbib)
Ø Kasidenin giriş bölümüdür.
Ø Şiir yönünden en ağır basan bölümdür.
Ø Bir tabiat tasvirinin yapıldığı veya sevgilinin güzelliklerinin anlatıldığı bölümdür.
Ø Bu bölümün konuları bahar, kış, yaz, Ramazan, bayram, nevruz, hamam, gül, sünbül, güneş, söz ustalığı, kalem, gece, savaş, at veya bir güzel olabilir.Kasideler bu bölümde ele alınan konuya göre adlandırılır.
b. Girizgâh (giriz)
Ø Asıl konuya giriş yapmak üzere düzenlenmiş en fazla iki beyitlik bölümdür.
c. Medhiye
Ø Kasidenin sunulduğu kişinin, yani padişahın veya bir devlet büyüğünün övüldüğü bölümdür.
Ø Bu bölümde abartılı ve sanatlı bir övgü vardır.
d. Tegazzül
Ø Şairin, genellikle medhiyeden sonra bir gazel söylediği bölümdür. Her kasidede bulunmaz.
e. Fahriye
Ø Şairin kendini övdüğü bölümdür. Burada da şair abartılı bir ifade kullanır.
f. Dua
Ø Şairin, kendisi ve övdüğü kişi için Allah’tan yardım dilediği bölümdür. Bu bölümde şairin mahlâsı geçer ve bu mahlâs beytine “taç beyit” ya da “şah beyit” denir.
Ø Kasidenin en güzel beytine beytü’l-kasid denir.
3. Mesnevi
Ø Kelime anlamı “ikili, ikişer ikişer”dir.
Ø İran edebiyatından alınmıştır. İran edebiyatında Firdevsî’nin Şehname’si ünlüdür.
Ø Klâsik halk hikâyeleri, destanî konular, aşk hikâyeleri, savaşlar, dinî ve felsefî konuları işlenir
Ø Konu ne olursa olsun olaylar masal havası içinde anlatılır.
Ø Konularına göre sınıflandırılırlar: aşk, din ve tasavvuf, ahlâk ve öğreticilik, savaş ve kahramanlık, şehir ve güzelleri, mizah.
Ø İran edebiyatından alınmış nazım şeklidir.
Ø Divan edebiyatının en uzun nazım şeklidir (beyit sayısı sınırsızdır). 20-25 bine kadar çıkabilir.
Ø Mesnevi de bölümlerden oluşur: Önsöz, tevhit, münacat, naat, miraciye, 4 halife için övgü, eserin sunulduğu kişiye övgü, yazış sebebi, asıl konu, sonsöz.
Ø Mesnevide her beyit kendi içinde kafiyelidir: aa bb cc dd ee ...
Ø Divan şiirinde beş mesneviden oluşan eserler grubuna (bugünkü anlamıyla setine) “hamse” denir.
Ø Mevlânâ, Fuzulî, Şeyhî, Nabî ve Şeyh Galip (Hüsn ü Aşk) önemli hamse şairlerimizdir.
Ø Bizde Leylâ vü Mecnun (aşk; Fuzulî), Hüsrev ü Şirin, Harname (hiciv; Şeyhî), Yusuf ü Züleyha, İskendername (tarihî, destanî; Ahmedî),
4. Kıta
Ø İki beyitten oluşur.
Ø Kelime anlamı “parça, bölük, cüz”dür.
Ø Terim anlamı “kafiye düzeni ‘xaxa’ şeklinde olan nazım biçimi”dir.
Ø Dörtlük de denir.
Ø Değişik konularda yazılır: önemli bir düşünce, hikmet, nükte, yergi.
Ø Mahlâs bulunmaz.
5. Müstezat
Ø Kelime anlamı “artmış, çoğalmış”tır.
Ø Gazelin özel biçimidir.
Ø Uzun dizelere kısa bir dize ekleyerek yazılır. İki kısa dize de eklenebilir. Matla beyti yoktur.
Ø Uzun mısralara eklenen kısa mısralara ziyade denir.
Ø Konu bakımından gazelden farkı yoktur.
Ø Uzun mısraların ölçüsü “mefûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûlün”, kısa mısraların ölçüsü “mefûlü / feûlün”dür.
Ø Kafiye düzeni farklı farklıdır:
a(a) a(a) – b(b) a(a) – c(c) a(a) – d(d) a(a) - ...
a(b) a(b) – c(c) a(b) – d(d) a(b) – e(e) a(b) - ...
a(b) a(a) – x(x) a(b) – x(x) a(b) – x(x) a(b) - ...
Ø Diğer özellikleri gazelle aynıdır.
II. BENTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
A. TEK DÖRTLÜKLER
1. Rubai
Ø İran edebiyatından geçmiş bir nazım biçimidir.
Ø Tek dörtlükten oluşur.
Ø Kafiye şeması: “aaxa” şeklinededir.
Ø Kendine özgü aruz ölçüleriyle yazılır. Bu kalıplar “mef û lü” ile başlar, “fa’ul” ya da “fa” ile biter.
Ø Rubailerde şair, dünya görüşünü, felsefesini, tasavvufi düşüncesini, maddi ve manevi aşkını özlü bir biçimde işler.
Ø Az sözle çok şey söylemek esastır.
Ø İran edebiyatında Ömer Hayyam; edebiyatımızda ise Mevlânâ, Nabi, Nedim, Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya önemli rubai şairleridir.
2. Tuyuğ (tuyuk)
Türklerin yaratıp Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Maninin karşılığı sayılabilir.
Tek dörtlükten oluşur.
Kafiyelenişi rubaiyle aynıdır. aaxa
Manide olduğu gibi cinaslı uyak kullanılır.
Halk şiirinde 11’li kalıpla söylenen mani biçimindeki şiirlere de tuyuğ denir.
Aruzun yalnız “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılır.
Rubaide işlenen konular tuyuğda da işlenir.
Edebiyatımızda Kadı Burhaneddin, Nesimi ve Ali Şir Nevai önemli tuyuğ şairleridir. aaba
B. MUSAMMATLAR
Musammatlar dört ya da daha fazla mısralı bentlerden oluşan şiirlerdir.
a. DÖRTLÜLER
1. Murabba
Bent denilen dört mısralık bölümlerden meydana gelen bir nazım şeklidir.
En az üç en fazla yedi bentten oluşur.
Aruzun her ölçüsüyle yazılabilir.
Her konu işlenebilir. Özellikle felsefî konular ve aşk...
aaaa bbba ccca ... ya da bbba ccca ddda ...
Bazen dördüncü mısralar nakarat olabilir.
Nedim, Fuzuli
2. Şarkı
Türklerin Divan edebiyatına kattığı nazım şeklidir.
Aşk ve güzellik konularını işler
Bestelenmek üzere yazılmış şiirlerdir.
Bu yüzden bent sayısı azdır.
Konu genellikle aşk, sevgi, sevgili, içki ve eğlencedir.
Kafiye düzeni murabbaa benzer. Ama farklı da olabilir:
aaaa bbba ccca ...
ccca ddda eeea ...
aaxa bbba ccca ddda
aanaan bbban cccan ...
aaxan bbban cccan dddan
Nedim bu nazım şeklinin en önemli şairidir.Enderunlu Vasıf ve End. Fazıl da şarkı yazmışlardır. Yahya Kemal’in de şarkıları vardır.
3. Terbi
Kelime anlamı “dörtleme, dörtlü duruma getirme”dir.
Bir gazelin beyitlerinin üstüne başka bir şair tarafından aynı ölçü ve uyakta ikişer dize eklenerek yazılan murabbaa denir.
Kafiye şeması: (aa)aa (bb)ba (cc)ca (dd)da (ee)ea ...
b. BEŞLİLER
Sözlü/anonim edebiyat ürünlerindendir.
Dört mısradan meydan gelir.
Yedili hece ölçüsüyle söylenir.
Sevgi, tabiat, övgü, yergi, evlât sevgisi, ayrılık, hasret ve aşk konularını işler.
İlk iki mısra doldurmadır, konuya giriş için söylenir. Son iki mısrada ise asıl söylenmek istenen verilir.
Maniler, düz mani ve ayaklı (cinaslı, kesik) mani olarak iki grupta incelenir. Cinaslı manilerde mısra sayısı dörtten fazla olabilir.
Söyleyeni belli olmayan, genellikle 7'li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir.
Doğu Anadolu'da mani yerine bayatı sözü de kullanılmaktadır.
Uyak düzeni aaba şeklindedir.
2. Türkü
Türkiye'nin sözlü geleneğinde, bir ezgi ile söylenen halk şiirinin her çeşidini göstermek için en çok kullanılan ad "türkü"dür. Özel durumlarda ya da ezginin, sözlerin çeşitlemesine göre ninni, ağıt, deyiş, hava adları da kullanılmaktadır.
Çağdan çağa ve yöreden yöreye içerik ve şekil olarak değişiklikler gösterebilir.
Aşk, doğa, güzellik, kahramanlık, sosyal konular türkülerin konusunu oluşturur.
Türküler aynı zamanda aşık edebiyatı nazım şeklidir. Yani söyleyeni belli türküler de vardır.
Kendine özgü bir ezgiyle söylenir.
8‘li ve 11’li hece kalıbıyla söylenir.
Bent ve kavuştak olmak üzere iki bölümden oluşur.
Hecenin sekizli ve on birli ölçüleriyle yazılır.
Türküler ezgilerine göre divan, usulsüz, bozlak, koşma, hoyrat, kayabaşı, Çukurova gibi çeşitlere ayrılır.
Ninni
Anonim/sözlü ürünlerdendir.
Türkü çeşitlerinden biridir.
Çocuğun uyumasının sağlanması ya da ağlamasının durması için, sade bir dille ve hece ölçüsüne göre ezgili olarak söylenen türkülerdir.
Söyleyeni belli olmayan bu ürünler dörtlüklerden ve nakarat bölümlerinden oluşur.
B. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
Âşık edebiyatı nazım tür ve çeşitleri çoğunlukla sözlü ürünlerdir. Ancak şehirde yaşamış, okumuş yazmış olan âşıklarla günümüzde yaşamakta olan âşıklar şiirlerini yazarlar.
1. Koşma
Âşık edebiyatında en çok sevilen ve kullanılan nazım şeklidir.
Dört dizeli bentlerden oluşur.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
11’li hece ölçüsüyle (6+5 ya da 4+4+3 duraklı olarak) yazılır/söylenir. 4+3 ve 4+4 kalıbıyla söylenmiş koşmalar da vardır.
Şair son dörtlükte mahlâsını söyler.
Uyak düzeni abab cccb dddb... şeklindedir. İlk dörtlüğün uyak düzeni xbxb ya da aaab şeklinde de olabilir.
Koşmalar genellikle lirik konularda söylenir.
Aşk, güzellik, tabiat, sevgi vb konular işlenir.
Koşmalar konularına göre güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt gibi nazım türleri içerir.
Karşılıklı konuşma (dedim-dedi) biçiminde olan koşmalar da vardır.
Ziyadeli koşmalara ayaklı koşma denir: ab(b)ab(b) cccb(b) dddb(b) ...
Önemli koşma şairleri Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Gevherî, Erzurumlu Emrah, Âşık Ömer.
2. Semai
Aruzla ve heceyle yazılan olmak üzere iki türlü semai vardır.
Heceyle yazılanlar koşmaya benzer.
Tek fark dizelerin hece sayısıdır.
Semai sekizli kalıpla yazılır.
Kendine özgü bir ezgiyle söylenir.
Dörtlüklerden oluşur.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
Uyak düzeni aynıdır.
Sevgi, güzellik, ayrılık ve doğa konularını işler.
Karacaoğlan ve Erzurumlu Emrah bu alanda meşhurdur.
3. Varsağı
Toroslardaki Varsak (Avşar) boyunun özel bir ezgiyle söylediği türkülerden geliştirilmiş bir nazım biçimidir.
Kendine özgü bestesi vardır.
Epik şiirlerdir.
Sert, yiğitçe bir söyleyişi vardır.
Hayattan ve talihten şikâyet gibi konular da işlenir.
Hecenin 8’li kalıbıyla yazılır.
Genellikle “bre, bre hey, hey, be hey” gibi ünlem sözcüklerine yer verilir.
Kafiyelenişi koşmayla aynıdır.
Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
Dadaloğlu ve Karacaoğlan varsağılarıyla ünlü iki şairdir.
4. Destan
Âşık şirinin en uzun nazım biçimidir. (Anonim destanlardan farklıdır.)
Dörtlüklerden oluşur.
Dörtlük sayısı konuya göre değişir. Kimi destanlarda yüzü geçer.
Savaşlar, kahramanlıklar, ayaklanmalar, kıtlıklar, doğal afetler, salgın hastalıklar, eşkıya ve ünlü kişilerin serüvenleri, gülünç olaylar, toplumsal taşlama ve eleştiri, atasözleri, hayvanlar destanlara konu olur.
Destan koşma gibi kafiyelenir: abab cccb dddb... İlk dörtlüğün uyak düzeni: xbxb şeklinde de olabilir.
Hecenin daha çok on birli kalıbıyla yazılır/söylenir. Sekizli kalıpla söylenenler de vardır.
Destanların kendine özgü bir ezgisi vardır.
Destanda da şair son dörtlükte mahlâsını söyler.
Seyranî ve Âşık Ömer bu alanda ünlüdür.
C. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Âşık edebiyatı nazım türleri genellikle koşma ve semai nazım şekilleriyle söylenir. Konuları bakımından koşma ve semaiden ayrılır.
1. Güzelleme
İnsan, tabiat, aşk, sevgi sevgilinin güzelliklerinden bahseden şiirlerdir. Koşma nazım şekliyle yazılır.
Lirik şiirlerdir.
En önemli şairi Karacaoğlan’dır.
2. Koçaklama
Coşkun ve yiğitçe bir üslûpla yiğitlik, kahramanlık ve savaş konularını işler.
Epik şiirlerdir.
Koşma şeklinde söylenir.
Edebiyatımızda Köroğlu ve Dadaloğlu koçaklama şairi olarak tanınır.
3. Taşlama
Bir kimseyi veya toplumun bozuk yönlerini eleştirmek için yazılan şiirlerdir.
Koşma nazım şekliyle yazılır.
Aşık Dertli, Bayburtlu Zihni, Ruhsati ve Develili Seyrani önemli taşlama şairleridir.
Divan edebiyatındaki adı hicviye’dir.
4. Ağıt
Sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü dile getirmek amacıyla ve koşma nazım şekliyle yazılan şiirlerdir.
İslamiyet öncesindeki adı sagu, Divan edebiyatındaki adı “mersiye”dir.
Anonim halk edebiyatında da ağıtlar olmakla birlikte ağıtlar âşık tarzı Türk edebiyatına aittir.
Doğal afetler, ölüm, hastalık vb. çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili ürünlerdir.
Ağıt söyleme işine ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir.
Koşma nazım şekliyle söylendiğine göre dörtlüklerden oluşur.
Kafiye şeması koşmadaki gibidir.
D. TEKKE EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir.
Tekke Edebiyatı nazım türleri şunlardır:
1. İlâhî
Allah aşkını konu edinen, Tanrıyı övmek, ona yalvarmak için yazılan/söylenen şiirlerdir.
Özel bir ezgiyle okunur.
İlâhîler tarikatlere göre türlü adlar alır: Mevlevîlerde âyin, Bektaşîlerde nefes, Alevilerde deme (deyiş, deme), diğer tarikatlerde de cumhur yada ilâhî denir.
Deme, Alevî ve Kızılbaş şairlerine aittir. Bestelenir. 8’li kalıpla söylenir.
İlâhîleriyle en çok Yunus Emre (XIII. yy.) ünlenmiştir.
İlâhî, yedili, sekizli ve on birli hece ölçüsüyle yazılır.
Dörtlük sayısı 3-7 arasındadır.
Kafiye düzeni koşmaya benzer: abab cccb dddb... İlk dörtlüğün uyak düzeni xbxb ya da aaab şeklinde de olabilir.
2. Nefes
Bektaşî şairlerinin yazdıkları tasavvufî şiirlerdir.
Nefeslerde genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücut (varlığı birliği) kavramı anlatılır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammet ve Hz: Ali için övgüler de söylenir.
Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslûp göze çarpar.
Edebiyatımızda Pir Sultan Abdal nefesleriyle ünlüdür.
3. Nutuk
Tekke önderlerinin tarikate yeni giren dervişlere tarikatin ilkelerini öğretmek macıyla söyledikleri didaktik şiirlerdir.
4. Devriye
İlâhîye benzer. Ezelden beri var olan insan ruhunun Allah’tan gelip tekrar Allah’a dönmesi düşüncesini işleyen şiirlerdir.
5. Şathiye (Şathiyat-ı Sofiyane)
Dinin ilkelerinden, inançlardan teklifsizce ve alaycı bir dille söz ediyormuş gibi söylenen şiirlerdir.
Görünüşte saçma sanılan bu şiirler aslında toplumun ve insanların eleştirisini yapmakta ve tasavvuf kavramlarını anlatmaktadır.
Bunlara genellikle Bektaşî şairlerinde rastlanır.
DİVAN ŞİİRİ NAZIM BİÇİMLERİ ve TÜRLERİ
Divan şiiri nazım şekil ve türleri -şarkı ve tuyuğ hariç- Arap ve Fars edebiyatlarından alınmıştır.
Genellikle beyit ve dörtlük, nazım birimi olarak kullanılmıştır.
A. NAZIM BİÇİMLERİ
Mısra
Ø Sözlük anlamı “çift kanatlı bir kapının kanatlarının her biri”dir.
Ø Şiirdeki anlamı, “ölçülü ve anlamlı, bir satırlık nazım parçası”dır.
Ø Divan şiirinde bir şiire bağlı olmayan, başlı balına bir anlamı olan mısralara “azade mısra” denir.
Ø Vecize düzeyine yükselmiş mısralara “mısra-ı berceste” denir.
Hâlini bilmez perişanın perişan olmayan (Ahmet Paşa)
O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler. (Hayalî)
Beyit
Ø Sözlük anlamı “ev”dir.
Ø Aynı ölçüde ve anlamca birbirine bağlı iki dizeden oluşan nazım birimidir.
Ø Divan edebiyatında öncelikle kullanılır.
Ø Beyit nazım birimiyle yazılan şiirlerde her beyit başlı başına anlam bütünlüğü arz eder.
Ø Beyitte dizeler birbiriyle kafiyeli olabildiği gibi kafiyesiz de olabilir. Bu, beytin, şiirin neresinde kullanıldığına ve kullanıldığı şiirin türüne göre değişir.
Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahadır
Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır (Nedim)
O gül-endam bir al şala bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün. (Enderunlu Vasıf)
I. BEYİTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1. Gazel
Ø Sözlük anlamı “kadınlarla âşıkane sohbet etmek”tir.
Ø Divan şiirinde en çok kullanılan nazım şeklidir.
Ø Aşk, sevgi, güzellik ve içki konularını işleyen şiirlerdir. Lirik bir nazım biçimidir.
Ø Konularına göre adlandırılırlar: âşıkâne (garamî, lirik; Fuzulî), rindâne (Bâkî), şûhâne (Nedimâne; Nedim), hikemî (Nâbî)
Ø Beyitlerle yazılır. Beyit sayısı 5-15 arasındadır (tek sayılar).
Ø Beyitler arasında genellikle konu bütünlüğü olmaz. Ama beyitler arasında anlam bakımından bir uyum olmalıdır. Bunu kafiye ve redif sağlar.
Ø Gazelde bütün beyitler aynı konuyu işliyorsa bu tür gazellere “yek-ahenk” denir; bütün beyitler aynı söyleyiş güzelliğindeyse bu tür gazellere de “yek-avaz” denir.
Ø İlk beytine “matla” (doğuş yeri) denir. Son beytine “makta” (kesme yeri, sonuç) denir. Şairin mahlâsını söylediği beyte (genellikle son beyit) “mahlâs beyti” denir. Gazelin en güzel beytine de “beytül-gazel” ya da “şah beyit” denir.
Ø Kafiye düzeni: aa xa xa xa xa xa
Ø Divan edebiyatında Fuzuli, Baki, Nedim, Necati, Taşlıcalı Yahya, Naili ve Şeyh Galip önemli gazel şairleridir.
2. Kaside
Ø Kelime anlamı “kastetmek, yönelmek”tir. Terim anlamı, “belli bir amaçla yazılmış manzume”dir.
Ø Arap edebiyatından alınmıştır.
Ø Beyitlerle yazılır
Ø Bölümlerden oluşur. Nesib/Teşbib (giriş), girizgâh, tegazzül, methiye, fahriye dua. (Aşağıda anlatılacak)
Ø Türk edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek için yazılan şiirlerdir.
Ø Beyit sayısı genellikle 33-99 arasındadır. Ama daha az veya çok da olabilir.
Ø Kafiyelenişi gazeldeki gibidir: aa xa xa xa xa xa ...
Ø Türüne, giriş bölümünün konusuna veya redifine göre isimlendirilebilir. Rediflerine göre: Su Kasidesi (Fuzulî), Güneş Kasidesi (Ahmet Paşa)... Konularına göre tevhit, münacat, naat, methiye olmak üzere türlere ayrılabilir. (Nazım türleri başlığı altında anlatılacak.)
Ø İlk beytine matla; son beytine makta; en güzel beytine beytülkasid; mahlâs beytine de tac beyit denir.
Ø Nefi, kasideleriyle meşhurdur.
Kasidenin Bölümleri
a. Nesib (teşbib)
Ø Kasidenin giriş bölümüdür.
Ø Şiir yönünden en ağır basan bölümdür.
Ø Bir tabiat tasvirinin yapıldığı veya sevgilinin güzelliklerinin anlatıldığı bölümdür.
Ø Bu bölümün konuları bahar, kış, yaz, Ramazan, bayram, nevruz, hamam, gül, sünbül, güneş, söz ustalığı, kalem, gece, savaş, at veya bir güzel olabilir.Kasideler bu bölümde ele alınan konuya göre adlandırılır.
b. Girizgâh (giriz)
Ø Asıl konuya giriş yapmak üzere düzenlenmiş en fazla iki beyitlik bölümdür.
c. Medhiye
Ø Kasidenin sunulduğu kişinin, yani padişahın veya bir devlet büyüğünün övüldüğü bölümdür.
Ø Bu bölümde abartılı ve sanatlı bir övgü vardır.
d. Tegazzül
Ø Şairin, genellikle medhiyeden sonra bir gazel söylediği bölümdür. Her kasidede bulunmaz.
e. Fahriye
Ø Şairin kendini övdüğü bölümdür. Burada da şair abartılı bir ifade kullanır.
f. Dua
Ø Şairin, kendisi ve övdüğü kişi için Allah’tan yardım dilediği bölümdür. Bu bölümde şairin mahlâsı geçer ve bu mahlâs beytine “taç beyit” ya da “şah beyit” denir.
Ø Kasidenin en güzel beytine beytü’l-kasid denir.
3. Mesnevi
Ø Kelime anlamı “ikili, ikişer ikişer”dir.
Ø İran edebiyatından alınmıştır. İran edebiyatında Firdevsî’nin Şehname’si ünlüdür.
Ø Klâsik halk hikâyeleri, destanî konular, aşk hikâyeleri, savaşlar, dinî ve felsefî konuları işlenir
Ø Konu ne olursa olsun olaylar masal havası içinde anlatılır.
Ø Konularına göre sınıflandırılırlar: aşk, din ve tasavvuf, ahlâk ve öğreticilik, savaş ve kahramanlık, şehir ve güzelleri, mizah.
Ø İran edebiyatından alınmış nazım şeklidir.
Ø Divan edebiyatının en uzun nazım şeklidir (beyit sayısı sınırsızdır). 20-25 bine kadar çıkabilir.
Ø Mesnevi de bölümlerden oluşur: Önsöz, tevhit, münacat, naat, miraciye, 4 halife için övgü, eserin sunulduğu kişiye övgü, yazış sebebi, asıl konu, sonsöz.
Ø Mesnevide her beyit kendi içinde kafiyelidir: aa bb cc dd ee ...
Ø Divan şiirinde beş mesneviden oluşan eserler grubuna (bugünkü anlamıyla setine) “hamse” denir.
Ø Mevlânâ, Fuzulî, Şeyhî, Nabî ve Şeyh Galip (Hüsn ü Aşk) önemli hamse şairlerimizdir.
Ø Bizde Leylâ vü Mecnun (aşk; Fuzulî), Hüsrev ü Şirin, Harname (hiciv; Şeyhî), Yusuf ü Züleyha, İskendername (tarihî, destanî; Ahmedî),
4. Kıta
Ø İki beyitten oluşur.
Ø Kelime anlamı “parça, bölük, cüz”dür.
Ø Terim anlamı “kafiye düzeni ‘xaxa’ şeklinde olan nazım biçimi”dir.
Ø Dörtlük de denir.
Ø Değişik konularda yazılır: önemli bir düşünce, hikmet, nükte, yergi.
Ø Mahlâs bulunmaz.
5. Müstezat
Ø Kelime anlamı “artmış, çoğalmış”tır.
Ø Gazelin özel biçimidir.
Ø Uzun dizelere kısa bir dize ekleyerek yazılır. İki kısa dize de eklenebilir. Matla beyti yoktur.
Ø Uzun mısralara eklenen kısa mısralara ziyade denir.
Ø Konu bakımından gazelden farkı yoktur.
Ø Uzun mısraların ölçüsü “mefûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûlün”, kısa mısraların ölçüsü “mefûlü / feûlün”dür.
Ø Kafiye düzeni farklı farklıdır:
a(a) a(a) – b(b) a(a) – c(c) a(a) – d(d) a(a) - ...
a(b) a(b) – c(c) a(b) – d(d) a(b) – e(e) a(b) - ...
a(b) a(a) – x(x) a(b) – x(x) a(b) – x(x) a(b) - ...
Ø Diğer özellikleri gazelle aynıdır.
II. BENTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
A. TEK DÖRTLÜKLER
1. Rubai
Ø İran edebiyatından geçmiş bir nazım biçimidir.
Ø Tek dörtlükten oluşur.
Ø Kafiye şeması: “aaxa” şeklinededir.
Ø Kendine özgü aruz ölçüleriyle yazılır. Bu kalıplar “mef û lü” ile başlar, “fa’ul” ya da “fa” ile biter.
Ø Rubailerde şair, dünya görüşünü, felsefesini, tasavvufi düşüncesini, maddi ve manevi aşkını özlü bir biçimde işler.
Ø Az sözle çok şey söylemek esastır.
Ø İran edebiyatında Ömer Hayyam; edebiyatımızda ise Mevlânâ, Nabi, Nedim, Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya önemli rubai şairleridir.
2. Tuyuğ (tuyuk)
Türklerin yaratıp Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Maninin karşılığı sayılabilir.
Tek dörtlükten oluşur.
Kafiyelenişi rubaiyle aynıdır. aaxa
Manide olduğu gibi cinaslı uyak kullanılır.
Halk şiirinde 11’li kalıpla söylenen mani biçimindeki şiirlere de tuyuğ denir.
Aruzun yalnız “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılır.
Rubaide işlenen konular tuyuğda da işlenir.
Edebiyatımızda Kadı Burhaneddin, Nesimi ve Ali Şir Nevai önemli tuyuğ şairleridir. aaba
B. MUSAMMATLAR
Musammatlar dört ya da daha fazla mısralı bentlerden oluşan şiirlerdir.
a. DÖRTLÜLER
1. Murabba
Bent denilen dört mısralık bölümlerden meydana gelen bir nazım şeklidir.
En az üç en fazla yedi bentten oluşur.
Aruzun her ölçüsüyle yazılabilir.
Her konu işlenebilir. Özellikle felsefî konular ve aşk...
aaaa bbba ccca ... ya da bbba ccca ddda ...
Bazen dördüncü mısralar nakarat olabilir.
Nedim, Fuzuli
2. Şarkı
Türklerin Divan edebiyatına kattığı nazım şeklidir.
Aşk ve güzellik konularını işler
Bestelenmek üzere yazılmış şiirlerdir.
Bu yüzden bent sayısı azdır.
Konu genellikle aşk, sevgi, sevgili, içki ve eğlencedir.
Kafiye düzeni murabbaa benzer. Ama farklı da olabilir:
aaaa bbba ccca ...
ccca ddda eeea ...
aaxa bbba ccca ddda
aanaan bbban cccan ...
aaxan bbban cccan dddan
Nedim bu nazım şeklinin en önemli şairidir.Enderunlu Vasıf ve End. Fazıl da şarkı yazmışlardır. Yahya Kemal’in de şarkıları vardır.
3. Terbi
Kelime anlamı “dörtleme, dörtlü duruma getirme”dir.
Bir gazelin beyitlerinin üstüne başka bir şair tarafından aynı ölçü ve uyakta ikişer dize eklenerek yazılan murabbaa denir.
Kafiye şeması: (aa)aa (bb)ba (cc)ca (dd)da (ee)ea ...
b. BEŞLİLER
doğu akdeniz uygarlığı
FENİKELİLER
M.Ö. 1000'li yıllarda Lübnan dağları ile Akdeniz sahil*leri arasında yaşadılar. Bu coğrafyanın tarıma uygun olmaması nedeniyle ticarete yöneldiler.
· Şehir devletçikleri şeklinde yaşamış ve krallıklar*la idare edilmişlerdir. Özellikle Afrika'nın batı sa*hillerine kurdukları koloniler ile Akdeniz ticaretine hakim olmuşlar, ticaret sayesinde Doğu ve Ön Asya Uygarlıklarının kültürlerini Akdeniz Havzası'na taşımışlardır.
· Tarihe en önemli katkıları, Mısır'dan aldıkları hi*yeroglifi geliştirerek, günümüz Latin Harfleri'nin temelini oluşturan ilk alfabeyi bulmalarıdır (22 harfli).
· Yalnız ticarete ağırlık veren Fenikeliler, askerliğe önem vermediler. Ticarette, İon ve Yunanlıları bir süre sonra karşılarında rakip olarak gördüler. Za*manla bu iki uygarlık karşısında tarih sahnesin*den çekildiler.
İon ve Yunanlıların gittikleri yerleri vatan say*maları, Fenikelilerin ise kâr (ticaret) anlayışı ile ha*reket etmeleri denizcilikte kalıcılığı belirleyen en önemli etken olmuştur.
· Fenikeliler cam ve fildişi sanatında oldukça ileri gitmişlerdir.
· M.Ö. 1200 yıllarında tarih sahnesinden çekildiler.
· En önemli koloni şehri Afrika'da Kartaca'dır.
· Çok tanrılı dine inanmışlardır.
İBRANİLER
M.Ö. 1500'lerde Sina Yarımadası ve Fırat Irmağı ara*sına yerleşen İbraniler, Sami ırkındandır. M.Ö. XIII. yüzyıllarda Hz. Musa'nın dinini kabul ettiler. Bu İbranilere 'Museviler' denmiştir. En güçlü dönemlerini Hz. Davut Dönemi'nde (tahminen M.Ö. 1024-974) yaşa*dılar, İbraniler, M.Ö. 587 devletsiz kaldılar. Daha sonra da Romalıların bölgeyi ele geçirmesiyle bu toprak*lardan uzaklaştılar. 1948 yılında İsrail Devleti'ni kura*rak 2000 yıllık devletsizliklerine son verdiler.
· Tarihin ilk tek tanrılı dini (Semavi Din) Museviliği benimsediler.
· En önemli eserleri Süleyman Mabeti'dir
M.Ö. 1000'li yıllarda Lübnan dağları ile Akdeniz sahil*leri arasında yaşadılar. Bu coğrafyanın tarıma uygun olmaması nedeniyle ticarete yöneldiler.
· Şehir devletçikleri şeklinde yaşamış ve krallıklar*la idare edilmişlerdir. Özellikle Afrika'nın batı sa*hillerine kurdukları koloniler ile Akdeniz ticaretine hakim olmuşlar, ticaret sayesinde Doğu ve Ön Asya Uygarlıklarının kültürlerini Akdeniz Havzası'na taşımışlardır.
· Tarihe en önemli katkıları, Mısır'dan aldıkları hi*yeroglifi geliştirerek, günümüz Latin Harfleri'nin temelini oluşturan ilk alfabeyi bulmalarıdır (22 harfli).
· Yalnız ticarete ağırlık veren Fenikeliler, askerliğe önem vermediler. Ticarette, İon ve Yunanlıları bir süre sonra karşılarında rakip olarak gördüler. Za*manla bu iki uygarlık karşısında tarih sahnesin*den çekildiler.
İon ve Yunanlıların gittikleri yerleri vatan say*maları, Fenikelilerin ise kâr (ticaret) anlayışı ile ha*reket etmeleri denizcilikte kalıcılığı belirleyen en önemli etken olmuştur.
· Fenikeliler cam ve fildişi sanatında oldukça ileri gitmişlerdir.
· M.Ö. 1200 yıllarında tarih sahnesinden çekildiler.
· En önemli koloni şehri Afrika'da Kartaca'dır.
· Çok tanrılı dine inanmışlardır.
İBRANİLER
M.Ö. 1500'lerde Sina Yarımadası ve Fırat Irmağı ara*sına yerleşen İbraniler, Sami ırkındandır. M.Ö. XIII. yüzyıllarda Hz. Musa'nın dinini kabul ettiler. Bu İbranilere 'Museviler' denmiştir. En güçlü dönemlerini Hz. Davut Dönemi'nde (tahminen M.Ö. 1024-974) yaşa*dılar, İbraniler, M.Ö. 587 devletsiz kaldılar. Daha sonra da Romalıların bölgeyi ele geçirmesiyle bu toprak*lardan uzaklaştılar. 1948 yılında İsrail Devleti'ni kura*rak 2000 yıllık devletsizliklerine son verdiler.
· Tarihin ilk tek tanrılı dini (Semavi Din) Museviliği benimsediler.
· En önemli eserleri Süleyman Mabeti'dir
halil inalcık
20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık'ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında göstermiştir. İnalcık; Türk, Amerikan, İngiliz, Sırp ve Arnavutluk akademilerine üye seçilmiştir.
Tanınmış Amerikalı sosyal bilimci Immanuel Wallerstein, İnalcık hakkında şu satırları yazmıştır (Arka Kapak Yazısı, Makaleler, Ankara: Doğu-Batı, 2005) "Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir "tarihçi" olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir.
Tanınmış Amerikalı sosyal bilimci Immanuel Wallerstein, İnalcık hakkında şu satırları yazmıştır (Arka Kapak Yazısı, Makaleler, Ankara: Doğu-Batı, 2005) "Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir "tarihçi" olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir.
mezopotamya uygarlığı
Mezopotamya, ilkçağda Anadolu’nun güneyinde Toros Dağları’nda başlayıp Basra Körfezi’ne kadar uzanan bölgenin adıdır. Bu bölgeyi Fırat ve Dicle ırmakları sular. Mezopotamya, iki ırmak arası anlamına gelir.
İlk çağda Mezopotamya’da beş devlet kurulmuştur. Bunlar; Sümerler, Elamlar, Akadlar, Asurlar ve Babilliler’dir.
a. Sümerler
M.Ö.4000′lerde Aşağı Mezopotamya’ya yerleştiler ve diğer Mezopotamya uygarlıklarına öncülük ettiler.
Sümerler M.Ö 3000 yıllarında ilk yazıyı kullandılar.
- Birbirlerinden bağımsız birçok şehir devletçiklerinden oluşan bir uygarlık kurdular. En önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş, Lagaş, olan Sümer devletçiklerinin başında Patesi denilen krallar bulunurdu. Bunlar aynı zamanda rahiptiler.
Bilinen ilk yazılı kanunlar Sümer kralı Urganika tarafından yazılmıştır.
- Sümerler bataklıkları kurutarak tarım arazileri kurmayı başarmışlardır.
Çok tanrılı dinlere inanırlardı ve kralları rahip-kral olarak bilinirdi. En önemli Tanrıları Enki, Enlil ve Anu’dur.
Dini amaçla yaptıkları Ziggurat adlı tapınakları aynı zamanda rasathane ve soğuk hava deposu olarak da kullanılmaktaydılar
Sümerler düzenli orduyu Mezopotamya’da ilk kuran Akatlar tarafından ortadan kaldırılmışlardır.
Sümerler bilim alanında ilerlemiş , dört işlemi kullanmış, dairenin alanını hesaplamayı başarmışlardır.
Edebiyat alanında en önemli eserleri Yaradılış, Tufan ve Gılgamış destanlarıdır.
Mezopotamya’da Sümerlerden sonra kurulan devletler, Sümer uygarlığını geliştirerek Mezopotamya uygarlığına katkıda bulunmuşlardır.
b. Akadlar:
Paralı ve devamlı orduları sayesinde kısa sürede bütün Mezopotamya’ya egemen olan Akadlar Doğu Anadolu’ya kadar sınırlarını genişlettiler. Akadlar çok tanrılı bir inanışa sahiptiler ve başkentleri akad idi. Agade adı verilen kerpiç ve tuğladan yapılan eserler en önemli mimari eserleridir. Tarihte bilinen ilk imparatorluk ve ilk düzenli orduyu Akadlar kurdular. Sümer uygarlığını Ön Asya’ya yaymayı başardılar.
c. Elamlar:
Güneydoğu Mezopotamya Elam olarak adlandırılır. Mezopotamya uygarlığı içinde en sönük dönemini oluşturur. Başkentleri Sus şehridir. Bilim ve teknik, güzel sanatlarda ilerleme göstermişlerdir. Elamlar tarımla ilgilenmiştir. Çok tanrılı bir inanışa sahiptirler.
d. Babil Krallıkları
Babil Krallıkları Orta Mezopotamya’da kuruldular ve M.Ö 3000′lerde ortaya çıktılar.
- Babil Kralı Hammurabi ilk anayasa olarak kabul edilen Hammurabi kanunlarını oluşturdu. Hammurabi, daha önce uygulanan kanunların birleşmesinden oluşmaktadır. Hammurabi kanunlarında Urganika Kanunları’na göre daha sert cezalar yer almaktadır. I. Babil krallığı Hititler’in saldırısı ile yıkılmıştır.
- II. Babil krallarının en önemlisi Nebukadnazar’dır. Onun zamanında Babil’in asma bahçeleri ve Babil kulesi yapıldı. II. Babil krallığını Persler ortadan kaldırdı.
e. Asur Krallığı
Asurlar, yukarı Mezopotamya olarak adlandırılan Güney Doğu anadolu’da kuruldular. Asurlar Toros ve Anadoluya kadar yayıldılar. İbranilerle savaşıp Mısır’a kadar vardılar. Asurlar ticaret kolonileri kurdular ve ticareti geliştirdiler. Asurlar, Anadolu’da kurdukları ticaret kolonileri sayesinde Anadolu’nun tarihi devirlere girmesini ( Anadolu’da yazılı devirlerin başlamasını) sağladılar. Özellikle Kayseri’deki Kültepe’de Asur Tabletleri bulunmaktadır. Asurlar Mezopotamya’nın en geniş devletini kurmayı başardılar. Nemrut Dağı’ndaki heykeller asurlara aittir. Asurlular’ın kanunları Hammurabi kanunlarından daha sert yaptırımlar içerr. Asurlar çok tanrılı bir inanışa sahiptir. Asurlar atlı birlikleri ilk kullanan devlettir. Medler ve Babiller tarafından ortadan kaldırıldılar.
tarih yazıcılığı
İlk olarak Eski Yunanda M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan heredetos (Heredot) ‘un yazdığı Tarih (Historia) bu türün ilk örneğidir. Bu tür tarih yazıcılığında hikâye ve efsanelerle dolu bilgiler nakledilir. Genellikle yer ve zamandan behsedilmekle birlikte sebep ve sonuç ilişkileri üzerinde çok durulmaz. Ancak Haredot, olayları pespeşe sıralanmakla kalmayıp onları bir düzen içerisine aktarmıştır.
XVII. yüzyıla kadar Avrupa ve İslam dünyası tarihçiliğinde bu tarzda kaleme alınan eserler vardır.
Öğretici Tarih Yazıcılığı
Öğretici tarzda eser veren tarihçiler, mensup oldukları toplumu harekete geçirerek mill ibirlik ve ahlaki değerleri geliştirmeyi istemişlerdir. Bu tarz tarih yazıcılığında topluma fayda sağlamak amaçlanır. Bu tarzın ilk temsilcisi (Turkididag)’tır. Büyük yenilgileri takip eden zamanlarda ya da toplumun fikir yönünden birlik içinde olmadığı dönemlerde bu eserler ilgi çekmiştir. Özellikle Avrupa’da ve Türkiye’de XIX. yüzyıla kadar bu tarih yazıcılığı devam etmiştir.
Araştırıcı Tarih Yazıcılığı
Araştırıcı tarih yazımı XIX. yüzyılda doğmuştur. Bu tarz tarih yazıcılığında tarihi olaylar tek bir sebebe dayandırılmamış, düzenin toplumsal, ekonomik, siyasi, yazıcılığında tarihi olaylar kaynaklara dayalı olarak araştırılır ve başvurulan kaynaklar oluşturulan eserde dipnot olarak belirtilir. Ayrıca eserlerde araştırıcı tarih yazıcılığında olayların gelişimi, yeri, zamanı, sebepleri ve sonuçları ve bunlar arasındaki ilişkiler bir bütün olarak değerlendirlir.
XVII. yüzyıla kadar Avrupa ve İslam dünyası tarihçiliğinde bu tarzda kaleme alınan eserler vardır.
Öğretici Tarih Yazıcılığı
Öğretici tarzda eser veren tarihçiler, mensup oldukları toplumu harekete geçirerek mill ibirlik ve ahlaki değerleri geliştirmeyi istemişlerdir. Bu tarz tarih yazıcılığında topluma fayda sağlamak amaçlanır. Bu tarzın ilk temsilcisi (Turkididag)’tır. Büyük yenilgileri takip eden zamanlarda ya da toplumun fikir yönünden birlik içinde olmadığı dönemlerde bu eserler ilgi çekmiştir. Özellikle Avrupa’da ve Türkiye’de XIX. yüzyıla kadar bu tarih yazıcılığı devam etmiştir.
Araştırıcı Tarih Yazıcılığı
Araştırıcı tarih yazımı XIX. yüzyılda doğmuştur. Bu tarz tarih yazıcılığında tarihi olaylar tek bir sebebe dayandırılmamış, düzenin toplumsal, ekonomik, siyasi, yazıcılığında tarihi olaylar kaynaklara dayalı olarak araştırılır ve başvurulan kaynaklar oluşturulan eserde dipnot olarak belirtilir. Ayrıca eserlerde araştırıcı tarih yazıcılığında olayların gelişimi, yeri, zamanı, sebepleri ve sonuçları ve bunlar arasındaki ilişkiler bir bütün olarak değerlendirlir.
hint uygarlığı
Hindistan, Çin’den sonra dünyanın en kalabalık ülkesidir. Dünya üzerindeki en eski uygarlıklardan birine sahip olan Hindistan’ın ilk dönem tarihine ait bilgiler arkeolojik verilere dayanır. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda, İndus Vadisi’nin batısında M.Ö. 3500′lerde yaşamış yarı göçebe topluluklar ortaya çıkmıştır. Daha sonra toprak ekiminin gelişmesiyle M.Ö. 2500′lü yıllarda yerleşik köy yaşamına geçilmiştir.
M.Ö. 2300′lerde İndus Vadisi çevresinde gelişmiş kentlerin ortaya çıktığı bir uygarlık yükselmiştir. Bu dönemde düzenli bir plâna göre kurulan kentlerde, evlerin yanı sıra, tapınak, hamam, dükkân ve atölye gibi yapılar bulunuyordu. İndus Irmağı’nın çevresindeki verimli ovalarda buğday, arpa, pirinç, hurma, susam, kavun ve pamuk yetiştiriliyordu. Ayrıca, komşu uygarlıklarla ticaret de yapılıyordu. İndus bölgesinin uygarlık merkezi olma özelliğini kaybetmesinin ardından, Ganj Vadisi’ne yönelik göçlerle yeni bir uygarlığın temelleri atıldı. Burada kabile sisteminin yerleşmesiyle birlikte, toprak sahibi kralların, rahiplerin ve aristokrat sınıfının önemi arttı. Bu dönemde kast sistemi biçimlenmeye başladı. Kast sisteminde toplumsal sınıfları; brahmanlar (din adamları), kşatriyalar (asker ve asiller), vaysiyalar (sanatçı, tüccar ve köylüler), südralar (işçiler) ve paryalar (köleler) oluşturmaktaydı.
M.Ö. 6. yüzyılda büyük din reformcusu Buda, yeni bir inanç sistemi geliştirdi. Ona göre ruhun ölümsüzlüğünü sağlamak için, karşılık beklemeden iyilik yapmak, temiz yürekli olmak ve maddî tutkulardan uzak durmak gerekiyordu. Buda’nın yeni öğretisi tüm Hindistan’da hızla yayıldı. Budacılık misyonerler aracılığıyla Çin, Tibet ve Tayland gibi ülkelere de yayıldı.
Eski Hint uygarlığı, M.S. 4. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar egemen olan Gupta krallarının küçük krallıkları ortadan kaldırmasıyla geniş bir alana ulaştı. Guptalar, 6. yüzyılda Orta Asya’dan gelen Hunların saldırısına uğradı. Bu saldırı sonucunda Guptalar zayıfladılar. Bu kargaşa ortamında Racput adı verilen “kralların oğulları”, yönetimi ele geçirdi. Racputlar kendi aralarında iyi anlaşamadıklarından, sürekli birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Racputların kendi aralarındaki mücadelelerinden dolayı Kuzey Hindistan, dışarıdan gelen saldırılara karşı savunmasız kalıyordu. Bu durumdan yararlanan Gazneliler 10. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’a girdiler. Gazneli Sultan Mahmut, Hindistan’a düzenlediği seferler sonucunda burada büyük bir devlet kurdu. Bu seferler sonucunda İslâmiyet Hindistan’da hızla yayıldı. Gaznelilerden sonra Gurlular Hindistan’a uzun süre egemen oldular.
1526 yılında Babür Şah’ın Kandehar’dan Bengal’e kadar olan sınırları ele geçirmesiyle Hindistan’da Moğol kökenli Babür egemenliği başlamış oldu. Babür Devleti’nin en ünlü hükümdarı olan Ekber zamanında devletin sınırları genişledi. Ayrıca, Müslüman ve Hindu halklarını birbirine kaynaştırmaya çalıştı. Ekber’in torunu olan Şah Cihan’ın Agra kentinde yaptırdığı Tac Mahal dünya kültürel mirasının en önemli eserleri arasındadır. Babür Devleti’nin sonlarına doğru Müslümanlar ile Hindular arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bu anlaşmazlıklar sonucunda zayıflayan Babür Devleti yıkıldı.
On beşinci yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı tüccarlar, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Hindistan’a vardılar. İlk gelenler Portekizliler ve Hollândalılar oldu. 17. yüzyılın başlarında Hindistan pazarını kapmak için asıl mücadele edenler, Fransızlar ve İngilizler arasında oldu. Fransızlar 1954′e kadar Hindistan’da bazı limanları ellerinde tuttular. Portekizliler ise işgal ettikleri yerlerden 1961′de çıktılar.
Hindistan, İngiltere’nin en önemli ve en çok gelir getiren sömürgesiydi. Hindistan’ı, İngiliz hükûmetince beş yıllığına atanan bir genel vali yönetiyordu. Hindistan halkı ağır vergiler altında eziliyordu. Batı üniversitelerinde okuyan Hintli gençler, sömürü altındaki ülkelerine özgürlük ve demokrasi düşüncelerini getirdiler. Bu aydın sınıf 1885 yılında bağımsızlık hareketini başlattı. Bundan sonraki 50 yıl bağımsızlık mücadelesiyle geçti. Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan birlikleri İngiltere’ye bağlı olarak çarpıştı. Bu savaşta İngilizler, Hindistan’ın bütün olanaklarını kullandılar.
Bu sırada bağımsızlık hareketinin önderi olarak Gandhi ortaya çıktı. O, pasif direniş kampanyasıyla ülkenin bağımsızlığını kazanabileceğini söylüyordu. Kampanyayla milyonlarca insan harekete geçti. İngilizler gerekli önlemleri almıştı; fakat bağımsızlığa inanan Hindistan halkı Gandhi’nin pasif direniş kampanyası sonucunda 26 Ocak 1930 yılında bağımsızlığını ilân etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan’da iki devlet ortaya çıktı. Biri Hindistan adını korurken diğeri Pakistan adını aldı. Sınırlar nüfusun dinî yapısına göre belirlendi. Hindistan, Hindu çoğunluğun; Pakistan ise Müslüman çoğunluğun yaşadığı yerleri içine alıyordu. Ancak sınırların her iki yakasında da bir göçmen trafiği yaşanmaya başlandı. Pakistan sınırları içinde bulunan Sihler ve Hindular Hindistan’a; Hindistan’daki Müslümanlar ise Pakistan’a geçmeye çalışıyorlardı. Bu geçişler sırasında 200 bin insan yaşamını yitirdi.
Hindistan’da bilimsel çalışmaların kökeni M.Ö. 5 binlere kadar uzanır. Hintlilere göre gök sistemi, dünya merkezli bir sistemdir. Onların astronomi çalışmaları gezegenlerin hareketleri hakkında bilgiler içerir. Ayrıca, Dünya - Güneş uzaklığı hakkında tahminler yapmışlardır.
Hindistan’da 10 tabanlı bir matematik sistemi kullanılmaktaydı. Sıfırı da ilk defa Hintli matematikçilerin kullandığı bilinmektedir.
M.Ö. 2300′lerde İndus Vadisi çevresinde gelişmiş kentlerin ortaya çıktığı bir uygarlık yükselmiştir. Bu dönemde düzenli bir plâna göre kurulan kentlerde, evlerin yanı sıra, tapınak, hamam, dükkân ve atölye gibi yapılar bulunuyordu. İndus Irmağı’nın çevresindeki verimli ovalarda buğday, arpa, pirinç, hurma, susam, kavun ve pamuk yetiştiriliyordu. Ayrıca, komşu uygarlıklarla ticaret de yapılıyordu. İndus bölgesinin uygarlık merkezi olma özelliğini kaybetmesinin ardından, Ganj Vadisi’ne yönelik göçlerle yeni bir uygarlığın temelleri atıldı. Burada kabile sisteminin yerleşmesiyle birlikte, toprak sahibi kralların, rahiplerin ve aristokrat sınıfının önemi arttı. Bu dönemde kast sistemi biçimlenmeye başladı. Kast sisteminde toplumsal sınıfları; brahmanlar (din adamları), kşatriyalar (asker ve asiller), vaysiyalar (sanatçı, tüccar ve köylüler), südralar (işçiler) ve paryalar (köleler) oluşturmaktaydı.
M.Ö. 6. yüzyılda büyük din reformcusu Buda, yeni bir inanç sistemi geliştirdi. Ona göre ruhun ölümsüzlüğünü sağlamak için, karşılık beklemeden iyilik yapmak, temiz yürekli olmak ve maddî tutkulardan uzak durmak gerekiyordu. Buda’nın yeni öğretisi tüm Hindistan’da hızla yayıldı. Budacılık misyonerler aracılığıyla Çin, Tibet ve Tayland gibi ülkelere de yayıldı.
Eski Hint uygarlığı, M.S. 4. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar egemen olan Gupta krallarının küçük krallıkları ortadan kaldırmasıyla geniş bir alana ulaştı. Guptalar, 6. yüzyılda Orta Asya’dan gelen Hunların saldırısına uğradı. Bu saldırı sonucunda Guptalar zayıfladılar. Bu kargaşa ortamında Racput adı verilen “kralların oğulları”, yönetimi ele geçirdi. Racputlar kendi aralarında iyi anlaşamadıklarından, sürekli birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Racputların kendi aralarındaki mücadelelerinden dolayı Kuzey Hindistan, dışarıdan gelen saldırılara karşı savunmasız kalıyordu. Bu durumdan yararlanan Gazneliler 10. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’a girdiler. Gazneli Sultan Mahmut, Hindistan’a düzenlediği seferler sonucunda burada büyük bir devlet kurdu. Bu seferler sonucunda İslâmiyet Hindistan’da hızla yayıldı. Gaznelilerden sonra Gurlular Hindistan’a uzun süre egemen oldular.
1526 yılında Babür Şah’ın Kandehar’dan Bengal’e kadar olan sınırları ele geçirmesiyle Hindistan’da Moğol kökenli Babür egemenliği başlamış oldu. Babür Devleti’nin en ünlü hükümdarı olan Ekber zamanında devletin sınırları genişledi. Ayrıca, Müslüman ve Hindu halklarını birbirine kaynaştırmaya çalıştı. Ekber’in torunu olan Şah Cihan’ın Agra kentinde yaptırdığı Tac Mahal dünya kültürel mirasının en önemli eserleri arasındadır. Babür Devleti’nin sonlarına doğru Müslümanlar ile Hindular arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bu anlaşmazlıklar sonucunda zayıflayan Babür Devleti yıkıldı.
On beşinci yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı tüccarlar, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Hindistan’a vardılar. İlk gelenler Portekizliler ve Hollândalılar oldu. 17. yüzyılın başlarında Hindistan pazarını kapmak için asıl mücadele edenler, Fransızlar ve İngilizler arasında oldu. Fransızlar 1954′e kadar Hindistan’da bazı limanları ellerinde tuttular. Portekizliler ise işgal ettikleri yerlerden 1961′de çıktılar.
Hindistan, İngiltere’nin en önemli ve en çok gelir getiren sömürgesiydi. Hindistan’ı, İngiliz hükûmetince beş yıllığına atanan bir genel vali yönetiyordu. Hindistan halkı ağır vergiler altında eziliyordu. Batı üniversitelerinde okuyan Hintli gençler, sömürü altındaki ülkelerine özgürlük ve demokrasi düşüncelerini getirdiler. Bu aydın sınıf 1885 yılında bağımsızlık hareketini başlattı. Bundan sonraki 50 yıl bağımsızlık mücadelesiyle geçti. Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan birlikleri İngiltere’ye bağlı olarak çarpıştı. Bu savaşta İngilizler, Hindistan’ın bütün olanaklarını kullandılar.
Bu sırada bağımsızlık hareketinin önderi olarak Gandhi ortaya çıktı. O, pasif direniş kampanyasıyla ülkenin bağımsızlığını kazanabileceğini söylüyordu. Kampanyayla milyonlarca insan harekete geçti. İngilizler gerekli önlemleri almıştı; fakat bağımsızlığa inanan Hindistan halkı Gandhi’nin pasif direniş kampanyası sonucunda 26 Ocak 1930 yılında bağımsızlığını ilân etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan’da iki devlet ortaya çıktı. Biri Hindistan adını korurken diğeri Pakistan adını aldı. Sınırlar nüfusun dinî yapısına göre belirlendi. Hindistan, Hindu çoğunluğun; Pakistan ise Müslüman çoğunluğun yaşadığı yerleri içine alıyordu. Ancak sınırların her iki yakasında da bir göçmen trafiği yaşanmaya başlandı. Pakistan sınırları içinde bulunan Sihler ve Hindular Hindistan’a; Hindistan’daki Müslümanlar ise Pakistan’a geçmeye çalışıyorlardı. Bu geçişler sırasında 200 bin insan yaşamını yitirdi.
Hindistan’da bilimsel çalışmaların kökeni M.Ö. 5 binlere kadar uzanır. Hintlilere göre gök sistemi, dünya merkezli bir sistemdir. Onların astronomi çalışmaları gezegenlerin hareketleri hakkında bilgiler içerir. Ayrıca, Dünya - Güneş uzaklığı hakkında tahminler yapmışlardır.
Hindistan’da 10 tabanlı bir matematik sistemi kullanılmaktaydı. Sıfırı da ilk defa Hintli matematikçilerin kullandığı bilinmektedir.
çin uygarlığı
Çin uygarlığı:
Sarı ve Gökırmak çevresinde kuruldu.
Çevredeki; Türk, Moğol, Tunguz, Tibet kavimlerinin etkisinde kaldılar.
Çou hanedanı tarafından kuzey Cin'deki şehir devletleri merkez haline geldi.
Lao Tse (Lav Dzi) bu dönemde yetişti.
Konfiçyus ahlak ve siyasetle ilgili felsefe sistemini geliştirdi. Çin birliğini savunduğundan zamanla Çin'in milli dini haline geldi.
Lao Tse taoculuk felsefesini kurdu.
Buda dinin etkisiyle zamanla büyücülük ve sihirbazlığa dönüştü.
Porselen yapımı, ipekli dokumacılıkta ileri gittiler.
Çin uygarlığı teknik buluşlarıyla tanınan bir uygarlıktır. Kağıdı bularak dünya kültür tarihine önemli bir hizmet gerçekleştirdiler.
Barut ve pusulayı buldular, küçük heykeller yaptılar.
Askeri teşkilatlanmalarda Hunlardan örnek aldılar. Hun saldırılarına karşı Çin Seddin'i yaptılar.
Arkeolojik Bulgular: 1927 de Pekin’in 50 km Güneybatı’sında bir Mağara’da bulunan iskeletleri Antropologlar Homo erectus pekinensis olarak adlandırdılar. Araştırıcılar bu Dabbe ile ilgili 350 Milyon yıllık bir geçmiş öngörüyorlar.
Çin Uygarlığı’nın Huang Irmağı çevresinde başladığı sanılıyor. Hunan, Shandong ve Shanxi bölgelerinde yapılan kazılarda yerleşim yerlerine ulaşıldı.
Huang Irmağı’nın büyük dönemecinin çevrelediği Bozkır’ın Güney Eşiği’ndeki Üst Paleolitik Sitler’de bulunan küçük Taş Aletler, Üst Pleyistosen Dönem’e (2,5 Milyon Yıldan- 10.000 yıl öncesine) ait topluluk izlerine rastlandı.
Asıl Çin’de Jiangxi’nin güneyindeki Bazı kalıntılar dışında Mezolitik Çağ’ı yansıtan bir kültüre rastlanmadı.
Kuzey sınırındaki Moğolistan ve Mançurya’da Hayvancılık ve İlkel Çiftçilik’le uğraşan bir Mikrolit Kültür’ün izlerine rastlandı. Chengde Bölgesi’ndeki sitlerde bulunan Kaba Çakıl Aletler ve Bıçaklar Yerleik Tarım’a dayalı İlkel Neolitik Kültürün belirtilerini taşır. Bu kültürün izlerine Boyalı Çömlek ve Cilalı Taş Aletler’e dayalı yeni bir Geç Neolitik Kültür’ün görüldüğü Gansu ile Liaodong Körfezi arasondaki Sitler’de rastlanması, Güney’e doğru bir yayılmanın Eski Mikrolit Kültürleri değişime uğrattığını düşündürür araştırıcıları.
1921 de Huang Irmağı’nın Aşağı Çığırı yakınlarındaki Yangshao’da Avcılık, Hayvan Besiciliği ve Çiftçiliği’nin yanı sıra Dokumacılıkla’da uğraştığı anlaşılan sayısız Büyük Köyler ortaya çıktı.
MÖ 4500 yıllarında Çin Toprakları’nda Mongoloid tipte ve Neolitik Uygarlık’ta yaşayan bir halk vardı. Bu halkın Tibet, Türk ve Tai karışımı olduğu sanılmaktadır.
Büyük DÜN:
Çin Düşüncesi, ‘Klasik İlkçağ Felsefesi’ kapsamı içinde inceleniyor. Yeni belgeler Çin Uygarlığı’nın sanıldığı kadar eski olmadığını, MÖ.1000 yıllarında başladığını gösterdi.
MÖ 2500’lere tarihlenen yaşayışta bulunan Seramikler Hunan ve Gansu’da yüksek düzeyde bir Uygarlığın gelişmeye başaldığı gösteriyor. Daha sonraki araştırmalar bu Uygarlığın Güney’e de yayıldığını ve Çin’in Batı Asya ve Hindistan’da olduğu gibi boyalı Seramikler’den Cilalı Siyah Seramikler’e geçtiğini göstermiştir.
Longshan’da elde edilen çeşitli eşyalar bu kültür ile bilinen ilk Çin Hanedanı Shanglar’ın ulaştığı Tunç Çağı arasında bir süreklilik olduğuna ilişkin ip uçları verir.
MÖ. 2000 yıllarına doğru bu halkın iki ayrı kültür düzeyinde gelişmeye başladığı ve bu kültürlerden birine Yang-Shao, öbürüne Long-Shan denildiği biliniyor.
Yangshao’daki Beyaz ve Longshan’daki Siyah Seramikler çok eski tarihlerde Batı Asya ile bağlar bulunduğuna işaret ediyor. Çin’e özgü olduğu sanılan üç oyuk ayaklı sehbaların bir benzeri Anadolu’da bulundu. Boyalı Çömleklerin Çin’de birdenbire ortaya çıkması, aynı sıralarda bu alanda ilerlemiş olan İran ve Güney Rusya’dan etkilenme ihtimalini kuvvetlendiriyor.
MÖ. 1450 yılında Shang Devleti kuruldu.
1950 lerde yapılan çeşitli araştırmalar Eski tarihlerde Güney Çin’in Kuzey Çin’i geriden izlediğini ortaya koydu.Aşağı Yangtze çevresinde elde edilen bulgular, bu bölgelerin Batı Zhou Hanedanı döneminde (MÖ 1111-771) bile Kalkolitik Çağ’ın ilerisine gidemediğini gösteriyor.
Sarı ve Gökırmak çevresinde kuruldu.
Çevredeki; Türk, Moğol, Tunguz, Tibet kavimlerinin etkisinde kaldılar.
Çou hanedanı tarafından kuzey Cin'deki şehir devletleri merkez haline geldi.
Lao Tse (Lav Dzi) bu dönemde yetişti.
Konfiçyus ahlak ve siyasetle ilgili felsefe sistemini geliştirdi. Çin birliğini savunduğundan zamanla Çin'in milli dini haline geldi.
Lao Tse taoculuk felsefesini kurdu.
Buda dinin etkisiyle zamanla büyücülük ve sihirbazlığa dönüştü.
Porselen yapımı, ipekli dokumacılıkta ileri gittiler.
Çin uygarlığı teknik buluşlarıyla tanınan bir uygarlıktır. Kağıdı bularak dünya kültür tarihine önemli bir hizmet gerçekleştirdiler.
Barut ve pusulayı buldular, küçük heykeller yaptılar.
Askeri teşkilatlanmalarda Hunlardan örnek aldılar. Hun saldırılarına karşı Çin Seddin'i yaptılar.
Arkeolojik Bulgular: 1927 de Pekin’in 50 km Güneybatı’sında bir Mağara’da bulunan iskeletleri Antropologlar Homo erectus pekinensis olarak adlandırdılar. Araştırıcılar bu Dabbe ile ilgili 350 Milyon yıllık bir geçmiş öngörüyorlar.
Çin Uygarlığı’nın Huang Irmağı çevresinde başladığı sanılıyor. Hunan, Shandong ve Shanxi bölgelerinde yapılan kazılarda yerleşim yerlerine ulaşıldı.
Huang Irmağı’nın büyük dönemecinin çevrelediği Bozkır’ın Güney Eşiği’ndeki Üst Paleolitik Sitler’de bulunan küçük Taş Aletler, Üst Pleyistosen Dönem’e (2,5 Milyon Yıldan- 10.000 yıl öncesine) ait topluluk izlerine rastlandı.
Asıl Çin’de Jiangxi’nin güneyindeki Bazı kalıntılar dışında Mezolitik Çağ’ı yansıtan bir kültüre rastlanmadı.
Kuzey sınırındaki Moğolistan ve Mançurya’da Hayvancılık ve İlkel Çiftçilik’le uğraşan bir Mikrolit Kültür’ün izlerine rastlandı. Chengde Bölgesi’ndeki sitlerde bulunan Kaba Çakıl Aletler ve Bıçaklar Yerleik Tarım’a dayalı İlkel Neolitik Kültürün belirtilerini taşır. Bu kültürün izlerine Boyalı Çömlek ve Cilalı Taş Aletler’e dayalı yeni bir Geç Neolitik Kültür’ün görüldüğü Gansu ile Liaodong Körfezi arasondaki Sitler’de rastlanması, Güney’e doğru bir yayılmanın Eski Mikrolit Kültürleri değişime uğrattığını düşündürür araştırıcıları.
1921 de Huang Irmağı’nın Aşağı Çığırı yakınlarındaki Yangshao’da Avcılık, Hayvan Besiciliği ve Çiftçiliği’nin yanı sıra Dokumacılıkla’da uğraştığı anlaşılan sayısız Büyük Köyler ortaya çıktı.
MÖ 4500 yıllarında Çin Toprakları’nda Mongoloid tipte ve Neolitik Uygarlık’ta yaşayan bir halk vardı. Bu halkın Tibet, Türk ve Tai karışımı olduğu sanılmaktadır.
Büyük DÜN:
Çin Düşüncesi, ‘Klasik İlkçağ Felsefesi’ kapsamı içinde inceleniyor. Yeni belgeler Çin Uygarlığı’nın sanıldığı kadar eski olmadığını, MÖ.1000 yıllarında başladığını gösterdi.
MÖ 2500’lere tarihlenen yaşayışta bulunan Seramikler Hunan ve Gansu’da yüksek düzeyde bir Uygarlığın gelişmeye başaldığı gösteriyor. Daha sonraki araştırmalar bu Uygarlığın Güney’e de yayıldığını ve Çin’in Batı Asya ve Hindistan’da olduğu gibi boyalı Seramikler’den Cilalı Siyah Seramikler’e geçtiğini göstermiştir.
Longshan’da elde edilen çeşitli eşyalar bu kültür ile bilinen ilk Çin Hanedanı Shanglar’ın ulaştığı Tunç Çağı arasında bir süreklilik olduğuna ilişkin ip uçları verir.
MÖ. 2000 yıllarına doğru bu halkın iki ayrı kültür düzeyinde gelişmeye başladığı ve bu kültürlerden birine Yang-Shao, öbürüne Long-Shan denildiği biliniyor.
Yangshao’daki Beyaz ve Longshan’daki Siyah Seramikler çok eski tarihlerde Batı Asya ile bağlar bulunduğuna işaret ediyor. Çin’e özgü olduğu sanılan üç oyuk ayaklı sehbaların bir benzeri Anadolu’da bulundu. Boyalı Çömleklerin Çin’de birdenbire ortaya çıkması, aynı sıralarda bu alanda ilerlemiş olan İran ve Güney Rusya’dan etkilenme ihtimalini kuvvetlendiriyor.
MÖ. 1450 yılında Shang Devleti kuruldu.
1950 lerde yapılan çeşitli araştırmalar Eski tarihlerde Güney Çin’in Kuzey Çin’i geriden izlediğini ortaya koydu.Aşağı Yangtze çevresinde elde edilen bulgular, bu bölgelerin Batı Zhou Hanedanı döneminde (MÖ 1111-771) bile Kalkolitik Çağ’ın ilerisine gidemediğini gösteriyor.
iran uygarlığı
İran'da ilk Partlar, sonra Medler yaşamıştır. M.Ö. 6. y.y.'da Persler Medler'i yıkmışlardır.
Çok büyük bir imparatorluk kurmuşlardır (İndus Nehri'nden Ege Denizi'ne, Kafkaslardan Basra Körfezi'ne kadar).
Ülkeyi "satraplık" denilen eyaletlere ayırmışlardır.
Ticaret gelişmiştir (Ticaret yolları üzerinde oldukları için).
Tarihte bilinen ilk posta teşkilatını kurmuşlardır.
Zerdüştlük dini (ateşperest) hakimdir.
Büyük İskender son vermiştir.
Erken Dönem (M.Ö. 3200; M.Ö. 625)
İran platosu boyunca bulunan onlarca tarih öncesi kalıntı M.Ö. dördüncü milenyumda, Mezopotamya yakınlarında ortaya çıkan en erken uygarlıklardan yüzyıllar önce antik kültürlerin ve yerleşim yerlerinin varlığına işaret etmektedir.
Proto-İranlılar ilk olarak Hindu-İranlıların ayrılmasını takiben ortaya çıkmışlar ve izleri Baktria- Margiyana Arkeoloji Bölgesine kadar takip edilmektedir. Aryan, (Antik İran halkları) toplulukları M.Ö. üçüncü veya ikinci milenyumda İran platosuna; büyük olasılıkla birden fazla göç dalgası ile gelmiş ve yerleşmişlerdir. Proto-İranlıların "Doğu" ve "Batı" diye gruplara ayrılması göçe bağlı olarak meydana gelmiştir.
M.Ö. birinci milenyumda Medler, Farslar, Baktrialılar, ve Partlar batı bölgesinin nüfusunu oluştururken, Karadeniz'in kuzey steplerini Kimmerler, Sarmatlar ve Alanlar yerleşmişti. Diğer topluluklar Hindistan yarımadası kuzeybatı sınırındaki dağlık kesimde ve bugün Belucistan denilen bölgede yerleşmişlerdir. İskit toplulukları gibi diğer topluluklar batıda Balkanlara doğuda ise Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne kadar yayılmışlardır. Avesta dili c. M.Ö. 1000 ortaya çıkan Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Avesta'nın kutsal ilahi ve kurallarını bir araya getirmek için kullanılmış doğuda kullanılan eski bir İrani dildir. Zerdüştçülük 7. yüzyıla kadar Ahameniş İmparatorluğu ve sonraki İran İmparatorluklarının resmi devlet diniydi.
İslamiyet Öncesi (M.Ö. 625 – M.S. 651 )
Medler
İran'ın bir millet ve imparatorluk (M.Ö. 625–M.S. 559) olarak, Büyük Kiros Medler ve Perslerden Ahameniş İmparatorluğunu (M.Ö. 559–330)oluşturacak birleşik bir imparatorluk kurana ve daha ilerde insanlar ve kültürler arası bir birleşme olana dek zamanının en büyüğü olmak üzere birleşmesi, Medler ile başlar.Kiros'un ölümünden sonra, oğlu Cambyses fetihlerine, Mısır'da önemli yerleri ele geçirerek devam etmiştir. Ölümünü taht kavgası izlemiştir ve kraliyet ailesinden gelmemesine rağmen I. Darius (M.Ö. 522-486 arasında hüküm sürmüştür) kral ilan edildi. I.Darius antik İran krallarının en büyüğü olarak kabul edilmiştir.
Ahameniş İmparatorluğu
Büyük Kiros ve I. Darius yönetiminde Pers İmparatorluğu o zamana kadar insanlık tarihindeki en büyük imparatorluk haline gelmiştir. Pers İmparatorluğunun sınırları doğuda İndus Nehri ve Ceyhun nehrinden batıda Akdeniz'e uzanıyor Anadolu (günümüz Türkiye'si) ve Mısır'ı kapsıyordu. Atina M.Ö. 499'da Sardes'in yağmalanması ile sonuçlanan Milet'teki bir isyana destek vermiştir. Bu M.Ö. 5. yüzyıl boyunca süren Yunan-Pers Savaşları olarak bilinen savaşları çıkartacak olan Yunanlılara karşı bir Ahameniş harekatına neden olacaktır. Yunan-Pers savaşları sırasında Persler bazı büyük üstünlükler ele geçirmişler ve M.Ö. 480'de Atina'yı yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak Yunanlıların bir dizi zaferinden sonra Persler çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaşlar M.Ö. 449'da Callias Barışı ile sona ermiştir.
Ahamenişlerin en büyük çalışması imparatorluğun kendisiydi. Zerdüşt'ün öğretilerinden kaynaklanan kurallar ve ahlak insan hakları, eşitlik ve köleliğin yasaklanmasına dayandırılan politikaları geliştiren ve uygulayan Ahamenişler tarafından sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Zerdüştçülük Ahamenişler zamanında ve Kiros tarafından Babil'de özgür bırakılan sürgün edilmiş Yahudilerin ilişkileriyle, daha çok tanıtıldı ve İbrahimi dinleri etkiledi. Aristo, Eflatun ve Sokrates tarafından belirlenen Atina'nın Altın Çağı sırasında Yunanlıların Pers İmparatorluğu ve Orta Doğu ile temasları oluşurken Ahamenişlerin hüküm sürmüşlerdir. Orta Doğu ve Güneydoğu Avrupa halklarına sağlanan barış, asayiş, güvenlik ve zenginlik tarihte nadiren görülen bir dönemi oluşturmuş; bu dönem ticaretin bu oranda arttığı tek dönem olmuş ve bölge insanlarının yaşam standartları yükselmiştir.
Çok büyük bir imparatorluk kurmuşlardır (İndus Nehri'nden Ege Denizi'ne, Kafkaslardan Basra Körfezi'ne kadar).
Ülkeyi "satraplık" denilen eyaletlere ayırmışlardır.
Ticaret gelişmiştir (Ticaret yolları üzerinde oldukları için).
Tarihte bilinen ilk posta teşkilatını kurmuşlardır.
Zerdüştlük dini (ateşperest) hakimdir.
Büyük İskender son vermiştir.
Erken Dönem (M.Ö. 3200; M.Ö. 625)
İran platosu boyunca bulunan onlarca tarih öncesi kalıntı M.Ö. dördüncü milenyumda, Mezopotamya yakınlarında ortaya çıkan en erken uygarlıklardan yüzyıllar önce antik kültürlerin ve yerleşim yerlerinin varlığına işaret etmektedir.
Proto-İranlılar ilk olarak Hindu-İranlıların ayrılmasını takiben ortaya çıkmışlar ve izleri Baktria- Margiyana Arkeoloji Bölgesine kadar takip edilmektedir. Aryan, (Antik İran halkları) toplulukları M.Ö. üçüncü veya ikinci milenyumda İran platosuna; büyük olasılıkla birden fazla göç dalgası ile gelmiş ve yerleşmişlerdir. Proto-İranlıların "Doğu" ve "Batı" diye gruplara ayrılması göçe bağlı olarak meydana gelmiştir.
M.Ö. birinci milenyumda Medler, Farslar, Baktrialılar, ve Partlar batı bölgesinin nüfusunu oluştururken, Karadeniz'in kuzey steplerini Kimmerler, Sarmatlar ve Alanlar yerleşmişti. Diğer topluluklar Hindistan yarımadası kuzeybatı sınırındaki dağlık kesimde ve bugün Belucistan denilen bölgede yerleşmişlerdir. İskit toplulukları gibi diğer topluluklar batıda Balkanlara doğuda ise Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne kadar yayılmışlardır. Avesta dili c. M.Ö. 1000 ortaya çıkan Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Avesta'nın kutsal ilahi ve kurallarını bir araya getirmek için kullanılmış doğuda kullanılan eski bir İrani dildir. Zerdüştçülük 7. yüzyıla kadar Ahameniş İmparatorluğu ve sonraki İran İmparatorluklarının resmi devlet diniydi.
İslamiyet Öncesi (M.Ö. 625 – M.S. 651 )
Medler
İran'ın bir millet ve imparatorluk (M.Ö. 625–M.S. 559) olarak, Büyük Kiros Medler ve Perslerden Ahameniş İmparatorluğunu (M.Ö. 559–330)oluşturacak birleşik bir imparatorluk kurana ve daha ilerde insanlar ve kültürler arası bir birleşme olana dek zamanının en büyüğü olmak üzere birleşmesi, Medler ile başlar.Kiros'un ölümünden sonra, oğlu Cambyses fetihlerine, Mısır'da önemli yerleri ele geçirerek devam etmiştir. Ölümünü taht kavgası izlemiştir ve kraliyet ailesinden gelmemesine rağmen I. Darius (M.Ö. 522-486 arasında hüküm sürmüştür) kral ilan edildi. I.Darius antik İran krallarının en büyüğü olarak kabul edilmiştir.
Ahameniş İmparatorluğu
Büyük Kiros ve I. Darius yönetiminde Pers İmparatorluğu o zamana kadar insanlık tarihindeki en büyük imparatorluk haline gelmiştir. Pers İmparatorluğunun sınırları doğuda İndus Nehri ve Ceyhun nehrinden batıda Akdeniz'e uzanıyor Anadolu (günümüz Türkiye'si) ve Mısır'ı kapsıyordu. Atina M.Ö. 499'da Sardes'in yağmalanması ile sonuçlanan Milet'teki bir isyana destek vermiştir. Bu M.Ö. 5. yüzyıl boyunca süren Yunan-Pers Savaşları olarak bilinen savaşları çıkartacak olan Yunanlılara karşı bir Ahameniş harekatına neden olacaktır. Yunan-Pers savaşları sırasında Persler bazı büyük üstünlükler ele geçirmişler ve M.Ö. 480'de Atina'yı yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak Yunanlıların bir dizi zaferinden sonra Persler çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaşlar M.Ö. 449'da Callias Barışı ile sona ermiştir.
Ahamenişlerin en büyük çalışması imparatorluğun kendisiydi. Zerdüşt'ün öğretilerinden kaynaklanan kurallar ve ahlak insan hakları, eşitlik ve köleliğin yasaklanmasına dayandırılan politikaları geliştiren ve uygulayan Ahamenişler tarafından sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Zerdüştçülük Ahamenişler zamanında ve Kiros tarafından Babil'de özgür bırakılan sürgün edilmiş Yahudilerin ilişkileriyle, daha çok tanıtıldı ve İbrahimi dinleri etkiledi. Aristo, Eflatun ve Sokrates tarafından belirlenen Atina'nın Altın Çağı sırasında Yunanlıların Pers İmparatorluğu ve Orta Doğu ile temasları oluşurken Ahamenişlerin hüküm sürmüşlerdir. Orta Doğu ve Güneydoğu Avrupa halklarına sağlanan barış, asayiş, güvenlik ve zenginlik tarihte nadiren görülen bir dönemi oluşturmuş; bu dönem ticaretin bu oranda arttığı tek dönem olmuş ve bölge insanlarının yaşam standartları yükselmiştir.
tarih öncesi
barınıyorladı. Yiyeceklerini avcılık ve toplayıcılıkla elde ediyorlardı; çünkü henüz hiçbirşey üretmeyi bilmiyorlardı. Bu dönemdee yurdumuz Türkiye ‘de de insanların yaşadığını buluntulardan anlıyoruz. Buna en belirgin örnek; Antalya yakınlarındaki Karain Mağarası‘dır. Bu dönem insanlar çevrelerinde bol bulunan taştan el baltaları ile kesici kazıyıcı ve delici aletler yapmışlardır. Mağara duvarlarını hayvan resimleri ile süslediler. Devrin sonlarına doğru ateşi buldular. Ateş insanların soğuktan ve vahşi hayvanlardan korunmasını sağladı. Ateş ile yiyeceklerini de pişirip yemeye başladılar.
Cilalı Taş Devri
Bu devirde insanlar evler yapıp köyler kurdular. Ekip biçmeyi öğrendiler, yani üretici oldular. Topraktan çanak çömlek yapıp bunları ateşte pişirerek daha dayanıklı ve kullanışlı hale getirdiler. Bazı hayvanları evcilleştirdiler. Yurdumuzda Burdur yakınlarında Hacılar Köyü‘nde, Konyayakınlarında Çatalhöyük'te yapılankazılarda Cilalı Taş Devrine ait buluntular elde edilmiştir.
Maden Devri
İnsanlar bu devirde doğada çok bulunan ve kolay işlenen bakır madenini kullandılar. Sonraları , bakır ve kalayın karışımyla tunç elde edildi. Tunçtan yapılan aletler bakırdan yapılan aletlerden daha sert ve dayanıklı oldu. Maden devrinin sonlarına doğru insanlar demir madenini kullandılar.
Maden Devrinde, Hitit ve Sümer devletleri gibi büyük devletler kuruldu. Yozgat yakınlarında Alişar’da, Çorum yakınlarında Alacahöyük‘te, Çanakkale yakınlarında Truva‘da bu döneme ait buluntulara rastlanmıştır.
Cilalı Taş Devri
Bu devirde insanlar evler yapıp köyler kurdular. Ekip biçmeyi öğrendiler, yani üretici oldular. Topraktan çanak çömlek yapıp bunları ateşte pişirerek daha dayanıklı ve kullanışlı hale getirdiler. Bazı hayvanları evcilleştirdiler. Yurdumuzda Burdur yakınlarında Hacılar Köyü‘nde, Konyayakınlarında Çatalhöyük'te yapılankazılarda Cilalı Taş Devrine ait buluntular elde edilmiştir.
Maden Devri
İnsanlar bu devirde doğada çok bulunan ve kolay işlenen bakır madenini kullandılar. Sonraları , bakır ve kalayın karışımyla tunç elde edildi. Tunçtan yapılan aletler bakırdan yapılan aletlerden daha sert ve dayanıklı oldu. Maden devrinin sonlarına doğru insanlar demir madenini kullandılar.
Maden Devrinde, Hitit ve Sümer devletleri gibi büyük devletler kuruldu. Yozgat yakınlarında Alişar’da, Çorum yakınlarında Alacahöyük‘te, Çanakkale yakınlarında Truva‘da bu döneme ait buluntulara rastlanmıştır.
kürtlerde devlet yönetimi islam öncesi
İLGİ ÇEKİCİ GÖRÜNÜM HAYIRLARA VESİLE Mİ?
Görüntüye ya da görünene bakarak söylenecek olursa, “Irak Kürdistanı Federe Devlet Başkanı” kimliğiyle kabul gören M. Barzani’in, Türkiye Kürtlerinin ‘manevi başkent’ olarak algıladıkları Diyarbakır’a (Amed) gelmesi; burada Türkiye Başbakanı T. Erdoğan ile buluşması, ikisinin beraberlerindeki heyetlerle çeşitli etkinliklere katılmaları, ve bu buluşma öncesinde, ve buluşmalar sırasında yapılan açıklamalarda “Kürt-Türk kardeşliği” üzerine sözler edilmiş olması, önemsiz görülecek, azımsanacak bir durum değil. Daha kısa bir süre öncesine dek ulusal varlıkları dahi inkardan gelinen bir ulusun, kendi ile aynı etnik kökenden olmakla kalmayıp, iradesine rağmen bölünmüş “eski Kürdistan”ın bir başka parçasında siyasal yönetimini kurmuş Irak Kürtleri liderinin -ki yine birkaç yıl öncesine dek “ilkel aşiret ağası” diye aşağılanıyordu- Kürdistan’ın en önemli ve gelişkin kent merkezine geliyor olması, bu gelişin diğer bağlamları ve özellikle de yüklenen-öngörülen amacı ayrı tutulduğunda, önemsiz görülemeyecek bir değişime ve gelişmeye işaret eder. Ulusal özgürlük taleplerinin baskıyla değil, burjuva demokratik anlamıyla da olsa eşitlik hukuku temelinde ve hak kabulü ile karşılanması durumunda, Türkiye Kürtleri, Barzani’nin Diyarbakır’a gelişini kaygıyla değil memnuniyet ile karşılarlardı. Nitekim, Diyarbakır’da, ve Türk Hükümetinin başındaki Erdoğan tarafından Kürdistan Federal Bölge Başkanı sıfatıyla selamlanması, onun da aynı kimlik adına Kürtçe olarak yaptığı konuşmada, “barış, kardeşlik ve özgürlük”ten söz ederek vurguyu buna yapması, “barış siyasetiyle kazanma”nın öneminden söz etmesi, azımsanamayacak derecede ilgi görmüş oldu.
Ama bütün bunlar, bu gelişinin bir başka geliş olduğu; Türkiye Kürtlerinin ezici çoğunluğunun istemi ve daveti üzerine değil, iktidar partisi ve onun bölge politikası doğrultusunda çalışanların çağrısı, ve hükümetin politikalarına güç vermek üzere planlandığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Toplumsal her gelişme, ancak neden ve sonuçlarıyla birlikte göz önünde tutulursa doğru şekilde değerlendirilebilir. Barzani’nin Diyarbakır’da Erdoğan ile kitlelerin karşısına çıkmasının nedenleri, bizatihi hükümet cephesi ve sözcüleri tarafından açığa vurulmuştur, sonuçlarını ise süreç içinde daha net şekilde görmek mümkün olacaktır.
BİR BAŞKA GELİŞ
Barzani Diyarbakır’a da, Türkiye’ye de yeni gelmiyor. Diyarbakır’a gelişinin üzerinden 21 yıl geçmiş olsa, ve bu yirmi bir yıl Türkiye Kürt ulusal mücadelesinin en çetin ve şiddetli dönemine denk gelse de, Türk devlet ve hükümet yöneticileriyle Türkiye’de ilk kez bir araya gelmiyor. Daha önce de gelmiş-gitmişti!
Türk hakim sınıfları ve devlet-hükümet yöneticileri, Barzani ve Talabani’yi, “topraklarını Türkiye’yi parçalamaya yönelik bölücü terör üssü olarak kullandıran iki ilkel aşiret şefi, ilkel ağa” olarak aşağılama politikasından onlarla iş birliği yapmaya; onları değerlendirme politikasına, büyük oranda kendi inisiyatifleriyle değil ama ABD emperyalizminin Ortadoğu-Kuzey Afrika stratejisi kapsamındaki gelişmeler sonucu, geçiş yaptılar. Irak’ın işgali ve Irak Kürtlerinin bu işgal koşullarından yararlanarak “Bölgesel Kürt Yönetimi”ni oluşturmaları ile başlayan süreç, bu “geçiş”in nesnel ve öznel etkenlerini daha çarpıcı sonuçlar yaratacak şekilde işlevli kılmıştı ve Türkiye yöneticilerinin “kırmızı çizgileri” bu gelişmeler tarafından geçersizleştirilmekteydi. “Kırmızı çizgiler”i tarumar eden gelişmeler yalnızca emperyalist işgal ve müdahalenin de bir unsurunu oluşturduğu stratejik Amerikan ve Batılı ülkelerin emperyalist politikaları değil, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin kitlesel boyutları ve gücüyle kendini uluslararası ve bölgesel alanda da kabul ettirmesiydi. Kıssadan hisse söylenirse bu gelişmeler, “en az kayıp, asgari taviz” üzerinden“bölünme”yi engelleyecek bir tür çözüm zorunluluğunu dayatmaktaydı. Ortada etnik ve mezhepsel farklılıklar temelinde bölünmüş bir Irak örneği vardı ve Türkiye, Irak’ın yanı başında ezilen ulus ve mezheplerin varlığıyla emperyalist istismar ve tehditlere açık duruyordu. Türk büyük sermayesinin Kürt bölgesindeki enerji kaynaklarını, kara sularını ve önemli toprak ve nüfus gücünü kaybetmeyi göze alması, tarihten ve kapitalist gelişmenin yol açtığı ve açabileceği sonuçlardan ders çıkarmaması demekti. Türkiye hakim sınıflarının tüm şovenist “geleneğe” ve gözü kara retçi politikaya rağmen bunu göze alması aptallık olurdu. “Kürtlere rağmen” küçülme değil, “Kürtlerle birlikte Ortadoğu’da büyüme” politikası bu gelişmelerin ve zorunlulukların ürünü olarak öne çıkarıldı. Arada, çıkarlar üzerinden belirli bazı çelişkileri de gündeme getirmekle birlikte bu politika, büyük efendi Amerikan emperyalistlerinin “stratejik hesapları”yla uyumlu bir politikaydı. İran, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Ürdün ve Lübnan, hatta Mısır gibi ülkelerin girdabında çalkalanıp durdukları Ortadoğu-Afrika üzerine büyük güçler arası etki “savaşı”nın yedeğe alınmış “oyuncusu” rolündeki Türkiye gericiliği, “yeni Osmanlı”cılığa soyunmuş istibdat gelenekçiliğiyle tekelci gericilik karması, “ılımlı”-ılımsız din bezirganlığına hareket alanı sağlamada da işlevliydi. Irak Kürt Bölgesel yönetimi “tanınmak”la kalınmadı, “Federe Bölge”de iktisadi faaliyet için kaynaklar harekete geçirildi, politik-diplomatik, kültürel ve iktisadi ilişkilerin geliştirilmesi için ‘kollar sıvandı’ ve petrol boru hatları döşenmesi için anlaşmalar imzalanarak bu ilişkilerin, bölge petrolünün ‘Batı’ya nakli için uluslararası çıkarlara da bağlanarak ilerletilmesi için çabalar yoğunlaştırıldı. İlişkilerin bu yeni boyutu ve daha da ilerletilmesi iki taraf yönetimlerinin de çıkarına idi. Bununla birlikte, Türkiye egemenlerinin; Türk devlet ve hükümetinin Irak Kürt yönetiminden esirgemediği istek, milyonlarca emekçinin omuzladığı Türkiye Kürt mücadelesinin güçten düşürülmesi, soğutulması, bölünmesi, bu mücadele içinde ve mücadelenin örgütleyici gücü olarak öne çıkan politik parti ve “kongre” vb. oluşumların karşısına devletçi bir alternatifin çıkarılması için yardımcı olunması idi. Barzani’nin Diyarbakır’a bu yeni gelişinin ayırıcı özelliği ve önemi, bu isteklerle bağlı oluşunda ve aynı zamanda yakın dönemde yapılacak olan yerel seçimler öncesine denk getirilmesindedir. Bu da, örnek olsun BDP-DTK’nin davetine “icabet etme”si durumunda, ulusal taleplerinin karşılanması mücadelesine destek anlamına gelebilecek ve sevinç ile karşılanabilecek bir ziyaretin yerine, kaygıyla karışık duyguların Kürtlerin saflarında yaşanmasına neden olan bu ziyareti AKP ve Hükümetinin amaçları ve politikalarıyla paralel hale getirmektedir. Yani bu geliş “bir başka geliş” ile de yüklüdür!
BARZANİ’İN ZOR İKİLEMİ VE SEÇTİĞİ TARAF
Yaşadıkları toprakları tarihi süreçlerde yaşanan çok yönlü ve boyutlu bölgesel ve uluslararası güçler arası ilişki ve çelişkilerin belirleyici rol oynamasıyla bölünmüş Kürtlerin, ayrı ayrı devletlerin sınırları içindeki yurtlarında yürüttükleri ulusal kendi kaderini belirleme savaşının farklılıklar içermesi ve farklı ‘merhale’lerden geçmesi, bölgesel ve uluslararası etkenler göz önüne alındığında, denebilir ki kaçınılmaz sayılırdı. Nitekim, kapitalist gelişmenin düzeyi ve Kürt nüfusun yoğunluğu-büyüklüğü yönünden en gelişmiş Kürt bölgesi Türkiye Kürdistanı olmasına rağmen, uluslararası ve bölgesel gelişmelerin etkisi altında Irak Kürdistanı’nda “ulusal Kürt yönetimi”nin oluşması daha erken bir döneme denk geldi. Mesut Barzani bu yapının, “Irak Federal Kürt Yönetimi”nin; Irak Kürdistanı’nın Başkanı sıfatını taşıyor olmasıyla Kürtlerin olduğu kadar bölge ülkeleri ve uluslararası güçlerin de ilgi alanında bulunuyor . Mücadeleleri henüz ulusal eşitlik ve özgürlük taleplerinin karşılanmasıyla sonuçlanmamasına rağmen, milyonlarca insanı seferber eden Türkiye Kürt Hareketinin, sorunun çözümü için devlet-hükümet yönetimiyle alanlarda ve ‘masa’da yürüttüğü görüşme-mücadelenin hayli zikzaklı ve zorlu bir döneminde, ve bir yerel seçim öncesinde Diyarbakır’a gelip T. Erdoğan ile görüşüyor olması, bir “taraf belirleme” tutumunu da açıklar özellikte olduğu için, Kürtlerin yanı sıra bölge ülkeleri yönetimleri yönünden de önem taşıyor.
Irak Kürt yönetimi ve Türk devlet ve hükümeti (AKP) açısından, her birinin gözettiği öncelikli çıkarlarının olduğu; bu ‘buluşma’nın da iki tarafın “ortak” ve farklı çıkarlarının daha ileriden gerçekleştirilmesi gibi bir hedefinin bulunduğu, görülemeyecek bir durum değil. Enerji ve inşaat yatırımları üzerinden sağlanan sermaye “ortaklığı”nı, bölgede hedef haline getirilen yönetimlere ve devletlere karşı tutum ortaklığıyla güçlendirme ihtiyacı, Rojava Kürtlerinin mücadelesi karşısında barikat oluşturma ortaklığı vb., bu ilişkide başlıca hareket ettirici durumda. Buna, Türkiye Kürtlerinin ulusal talepleri için yürütülen mücadelenin devletçi-uzlaşmacı bir “alternatif” aracıyla sekteye uğratılması ve taleplerin kimi şekli iyileştirmeler üzerinden karşılanmakla sınırlı tutulması amacı eşlik ediyor. AKP ve Hükümetinin, Türkiye Kürt Hareketi ve BDP’nin Amed (Diyarbakır)de/da seçim yenilgisine uğratma hedefini buna eklemek gerekiyor. Ancak, Barzani ile yan yanalık asıl olarak Kürt mücadelesinin demokratik ve antiemperyalist bir hatta ilerlemesine karşı bir tür güçten düşürücü barikat örme işlevine sahip. Türkiye Kürtlerine karşı kılıcı elde tutmaya devam eden Erdoğan hükümetinin kalkan olarak kullanacağı araç ve güçlere ihtiyacı var. Barzani gibiler açısından sorun, ulusal hak mücadelesi yürüten “Türkiyeli Kürt Kardeşler”e karşı böylesi bir işlevi üstlenip üstlenmeyeceğidir.
Tam da bu ‘nokta’da Barzani ve yönetiminin, “zorlu bir seçim” ile yüz yüze olduğu düşünülebilir-söylenebilir: Bir “Kürt Lider” olarak Barzani, Kürtlerin beklentileri ile, aralarında çıkar ortaklığı gerçekleştirilmiş devlet ve hükümet; Türk-Kürt sermaye gruplarının istekleri arasında bir “yer”de duruyor! Barzani’in “Bütün Kürtlerin Lideri” olma isteği,-şu anda çıkarlara dayalı olarak uluslararası ilişkileri ve ‘itibarı’ olan bir lider durumunda oluştan da güç alarak- bir yandan “Bütün” Kürtlerin isteği ve beklentilerini karşılamaya onu mecbur tutar iken, diğer yandan “reel politik” ve iktisadi-sosyal ve politik çıkar ve bağlantılar, sömürücü gerici sınıflar ve hükümetleri-devletleri ile ilişkilerin daha “sıcak hale getirilmesi”ne onu zorluyor. Bu “iki arada bir derede” durumu, onu “İki tarafı da teskin edeci açıklamalar yapma”ya yönelmektedir. Diyarbakır’daki açıklamaları da bu içerikte idi. Ancak, Barzani yönetimindeki Irak Kürdistanı yönetiminin Türk devlet ve hükümetiyle ilişkilerinde esas olarak ne türden bir ‘rol’ üstlendiğini, Diyarbakır’a yola çıkmadan önceki açıklamalarında ortaya koymuştur: A) A.Türk ve A. Tuğluk başkanlığındaki DTP heyetinin Suriye Kürtleri ile Rojava’da görüşmelerini, sınırdan geçişlerine izin vermeyerek engellemiştir. B) Rojava Kürtlerinin “bölgesel özerklik” yönündeki girişimlerine karşı yaptırımlara girişmiş ve BDP-DTK’nın buna desteğini reddettiğini açıklamıştır. C-) Salih Müslim’in, oğlunun cenazesine gitmesi, ve yine ülke dışına çıkışında Irak Kürt kentlerini kullanmasını engelleyerek, Türk devlet politikasının Suriye ve Suriye Kürtleri karşıtı hattı ile yan yana durmuştur. Bunlardan hareketle söylenebilir ki, “perşembenin gelişi”ni, “çarşamba”dan görünene bakarak görmek mümkündür ve buradan görünen, Diyarbakır buluşması da dahil bu rolün Türkiye Kürt mücadelesinin yararına olmadığıdır.
NEDENLER VARSA SONUÇLARI DA OLACAKTIR
Türkiye Kürt sorunu, bazı şekli iyileştirmelere, kimi küçük yasal düzenlemelere rağmen esas olarak çözümsüz olmaya devam ediyor. Ateşkes ve “çözüm görüşmeleri” devam etmekle birlikte, temel taleplerin karşılanması açısından bir ilerleme henüz yoktur. Hükümet ve partisi, konjonktürel gelişmelere de bağlanan bir çizgide bazen bir miktar “yumuşatılmış” açıklamalar ve İslami birlik üzerinden “kardeşlik” vurgularıyla temel talepleri geçiştirmeye; bazen de tümüyle retçi bir tutumla “herkesin Türklüğü” dayatmasıyla politikasını sürdürüyor. Polis şiddeti, yoğun gözaltı ve tutuklamalar, hak kısıtlamaları ve gaspları yoğunluk kazanırken, “barış ve demokrasi” söylemi ikiyüzlülükten öteye geçmiyor. İslami söylem ağırlıklı “kardeşlik” vurgularında, Kürtlerin ulusal talepleri karşılık bulmuyor. Rojava’ya ve Suriye’ye Türkiye’den teçhizatlandırılmış çeteler nakli ve Suriye Kürtlerine duvar örme pratiği “Türk-Kürt, Arap, Zaza kardeşliği” söylemini yalanlıyor. Irak Kürdistanı’ndan söz edilmiş olması, Türkiye Kürdistanı kabulü anlamına gelmiyor. Barzani’nin musluğunu açacağı petrol Kürtlerin özgürlük taleplerini karşılamıyor. Ana dilde eğitim, ‘anayasal yurttaşlık’ta hak eşitliği ve bunun yasal teminat altına alınması, Kürt-Türk ayrımını işleyen anlayış, yasa ve diğer kurumsallaştırılmış durumların ortadan kaldırılması, genel siyasal af ve zindanların boşaltılması gibi talepler gündeme alınmadığı gibi, genel olarak işçi ve emekçilere karşı baskının ve hak gaspının kapsamı genişletiliyor. Harf yasağının kaldırılması, Kürtçe isim serbestisi, yasaklı sanatçı ve aydınların dönüşüne kapı aralama gibi, bir bölümü “kullanma hedefi” ile de bağlı atılan adımlar ise büyük bir inayet olarak gösteriliyor; “yaradandan ötürü” bahşedilmiş gösteriliyor. Barzani’nin, yanına Şivan Perwer de alınmış olarak Diyarbakır’a getirilmesinde olduğu türden kimi gösterilerle istemler pasifize edilmeye ve ertelenmeye çalışılıyor.
Bunların çözüm olmadığı, çözümü; yani hak eşitliğini; kaderlerini tayin etme hakkının bizatihi Kürtlerin kendileri tarafından kullanılmasını içermediği oldukça açıktır. Oysa sorun da buradadır: baskı ve özgürlüksüzlük dayatmasının yol açtığı gelişmeler üzerinden ortaya çıkan sonuçlar, temel taleplerin karşılanması olmaksızın ortadan kalkmayacaktır. Nedenler var oldukça sonuçları da olacaktır. Bugüne dek kaydedilen gelişmelerin, sağlanan iyileştirmelerin kitlesel mücadelenin ürünü olması ve bunun bilinci, bundan sonrası için yürünecek yolu da işaret etmektedir. Somut pratik ve içinden geçilen süreçte yaşanılanlar, çözüm ile mücadele arasında dolaysız bir ilişki olduğunu; çözümün mücadelenin ürünü olacağını göstermektedir. Kitlelerin psikolojik hallerinin önemi inkar edilemez. Bu psikoloji ile yaşam koşulları, tarzları, talepleri ve amaçları arasındaki ilişkiyi görmezden gelenler ya da önemsiz sayanlar ise, tarih önünde ve gelişmeler karşısında tutunamayacaklardır. Kürt mücadelesi eninde sonunda hedefine ulaşacaktır. Diyarbakır’da 16 Kasım 2013 buluşmaları ve “gösterileri” bunu bir kez daha göstermiştir.
Görüntüye ya da görünene bakarak söylenecek olursa, “Irak Kürdistanı Federe Devlet Başkanı” kimliğiyle kabul gören M. Barzani’in, Türkiye Kürtlerinin ‘manevi başkent’ olarak algıladıkları Diyarbakır’a (Amed) gelmesi; burada Türkiye Başbakanı T. Erdoğan ile buluşması, ikisinin beraberlerindeki heyetlerle çeşitli etkinliklere katılmaları, ve bu buluşma öncesinde, ve buluşmalar sırasında yapılan açıklamalarda “Kürt-Türk kardeşliği” üzerine sözler edilmiş olması, önemsiz görülecek, azımsanacak bir durum değil. Daha kısa bir süre öncesine dek ulusal varlıkları dahi inkardan gelinen bir ulusun, kendi ile aynı etnik kökenden olmakla kalmayıp, iradesine rağmen bölünmüş “eski Kürdistan”ın bir başka parçasında siyasal yönetimini kurmuş Irak Kürtleri liderinin -ki yine birkaç yıl öncesine dek “ilkel aşiret ağası” diye aşağılanıyordu- Kürdistan’ın en önemli ve gelişkin kent merkezine geliyor olması, bu gelişin diğer bağlamları ve özellikle de yüklenen-öngörülen amacı ayrı tutulduğunda, önemsiz görülemeyecek bir değişime ve gelişmeye işaret eder. Ulusal özgürlük taleplerinin baskıyla değil, burjuva demokratik anlamıyla da olsa eşitlik hukuku temelinde ve hak kabulü ile karşılanması durumunda, Türkiye Kürtleri, Barzani’nin Diyarbakır’a gelişini kaygıyla değil memnuniyet ile karşılarlardı. Nitekim, Diyarbakır’da, ve Türk Hükümetinin başındaki Erdoğan tarafından Kürdistan Federal Bölge Başkanı sıfatıyla selamlanması, onun da aynı kimlik adına Kürtçe olarak yaptığı konuşmada, “barış, kardeşlik ve özgürlük”ten söz ederek vurguyu buna yapması, “barış siyasetiyle kazanma”nın öneminden söz etmesi, azımsanamayacak derecede ilgi görmüş oldu.
Ama bütün bunlar, bu gelişinin bir başka geliş olduğu; Türkiye Kürtlerinin ezici çoğunluğunun istemi ve daveti üzerine değil, iktidar partisi ve onun bölge politikası doğrultusunda çalışanların çağrısı, ve hükümetin politikalarına güç vermek üzere planlandığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Toplumsal her gelişme, ancak neden ve sonuçlarıyla birlikte göz önünde tutulursa doğru şekilde değerlendirilebilir. Barzani’nin Diyarbakır’da Erdoğan ile kitlelerin karşısına çıkmasının nedenleri, bizatihi hükümet cephesi ve sözcüleri tarafından açığa vurulmuştur, sonuçlarını ise süreç içinde daha net şekilde görmek mümkün olacaktır.
BİR BAŞKA GELİŞ
Barzani Diyarbakır’a da, Türkiye’ye de yeni gelmiyor. Diyarbakır’a gelişinin üzerinden 21 yıl geçmiş olsa, ve bu yirmi bir yıl Türkiye Kürt ulusal mücadelesinin en çetin ve şiddetli dönemine denk gelse de, Türk devlet ve hükümet yöneticileriyle Türkiye’de ilk kez bir araya gelmiyor. Daha önce de gelmiş-gitmişti!
Türk hakim sınıfları ve devlet-hükümet yöneticileri, Barzani ve Talabani’yi, “topraklarını Türkiye’yi parçalamaya yönelik bölücü terör üssü olarak kullandıran iki ilkel aşiret şefi, ilkel ağa” olarak aşağılama politikasından onlarla iş birliği yapmaya; onları değerlendirme politikasına, büyük oranda kendi inisiyatifleriyle değil ama ABD emperyalizminin Ortadoğu-Kuzey Afrika stratejisi kapsamındaki gelişmeler sonucu, geçiş yaptılar. Irak’ın işgali ve Irak Kürtlerinin bu işgal koşullarından yararlanarak “Bölgesel Kürt Yönetimi”ni oluşturmaları ile başlayan süreç, bu “geçiş”in nesnel ve öznel etkenlerini daha çarpıcı sonuçlar yaratacak şekilde işlevli kılmıştı ve Türkiye yöneticilerinin “kırmızı çizgileri” bu gelişmeler tarafından geçersizleştirilmekteydi. “Kırmızı çizgiler”i tarumar eden gelişmeler yalnızca emperyalist işgal ve müdahalenin de bir unsurunu oluşturduğu stratejik Amerikan ve Batılı ülkelerin emperyalist politikaları değil, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin kitlesel boyutları ve gücüyle kendini uluslararası ve bölgesel alanda da kabul ettirmesiydi. Kıssadan hisse söylenirse bu gelişmeler, “en az kayıp, asgari taviz” üzerinden“bölünme”yi engelleyecek bir tür çözüm zorunluluğunu dayatmaktaydı. Ortada etnik ve mezhepsel farklılıklar temelinde bölünmüş bir Irak örneği vardı ve Türkiye, Irak’ın yanı başında ezilen ulus ve mezheplerin varlığıyla emperyalist istismar ve tehditlere açık duruyordu. Türk büyük sermayesinin Kürt bölgesindeki enerji kaynaklarını, kara sularını ve önemli toprak ve nüfus gücünü kaybetmeyi göze alması, tarihten ve kapitalist gelişmenin yol açtığı ve açabileceği sonuçlardan ders çıkarmaması demekti. Türkiye hakim sınıflarının tüm şovenist “geleneğe” ve gözü kara retçi politikaya rağmen bunu göze alması aptallık olurdu. “Kürtlere rağmen” küçülme değil, “Kürtlerle birlikte Ortadoğu’da büyüme” politikası bu gelişmelerin ve zorunlulukların ürünü olarak öne çıkarıldı. Arada, çıkarlar üzerinden belirli bazı çelişkileri de gündeme getirmekle birlikte bu politika, büyük efendi Amerikan emperyalistlerinin “stratejik hesapları”yla uyumlu bir politikaydı. İran, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Ürdün ve Lübnan, hatta Mısır gibi ülkelerin girdabında çalkalanıp durdukları Ortadoğu-Afrika üzerine büyük güçler arası etki “savaşı”nın yedeğe alınmış “oyuncusu” rolündeki Türkiye gericiliği, “yeni Osmanlı”cılığa soyunmuş istibdat gelenekçiliğiyle tekelci gericilik karması, “ılımlı”-ılımsız din bezirganlığına hareket alanı sağlamada da işlevliydi. Irak Kürt Bölgesel yönetimi “tanınmak”la kalınmadı, “Federe Bölge”de iktisadi faaliyet için kaynaklar harekete geçirildi, politik-diplomatik, kültürel ve iktisadi ilişkilerin geliştirilmesi için ‘kollar sıvandı’ ve petrol boru hatları döşenmesi için anlaşmalar imzalanarak bu ilişkilerin, bölge petrolünün ‘Batı’ya nakli için uluslararası çıkarlara da bağlanarak ilerletilmesi için çabalar yoğunlaştırıldı. İlişkilerin bu yeni boyutu ve daha da ilerletilmesi iki taraf yönetimlerinin de çıkarına idi. Bununla birlikte, Türkiye egemenlerinin; Türk devlet ve hükümetinin Irak Kürt yönetiminden esirgemediği istek, milyonlarca emekçinin omuzladığı Türkiye Kürt mücadelesinin güçten düşürülmesi, soğutulması, bölünmesi, bu mücadele içinde ve mücadelenin örgütleyici gücü olarak öne çıkan politik parti ve “kongre” vb. oluşumların karşısına devletçi bir alternatifin çıkarılması için yardımcı olunması idi. Barzani’nin Diyarbakır’a bu yeni gelişinin ayırıcı özelliği ve önemi, bu isteklerle bağlı oluşunda ve aynı zamanda yakın dönemde yapılacak olan yerel seçimler öncesine denk getirilmesindedir. Bu da, örnek olsun BDP-DTK’nin davetine “icabet etme”si durumunda, ulusal taleplerinin karşılanması mücadelesine destek anlamına gelebilecek ve sevinç ile karşılanabilecek bir ziyaretin yerine, kaygıyla karışık duyguların Kürtlerin saflarında yaşanmasına neden olan bu ziyareti AKP ve Hükümetinin amaçları ve politikalarıyla paralel hale getirmektedir. Yani bu geliş “bir başka geliş” ile de yüklüdür!
BARZANİ’İN ZOR İKİLEMİ VE SEÇTİĞİ TARAF
Yaşadıkları toprakları tarihi süreçlerde yaşanan çok yönlü ve boyutlu bölgesel ve uluslararası güçler arası ilişki ve çelişkilerin belirleyici rol oynamasıyla bölünmüş Kürtlerin, ayrı ayrı devletlerin sınırları içindeki yurtlarında yürüttükleri ulusal kendi kaderini belirleme savaşının farklılıklar içermesi ve farklı ‘merhale’lerden geçmesi, bölgesel ve uluslararası etkenler göz önüne alındığında, denebilir ki kaçınılmaz sayılırdı. Nitekim, kapitalist gelişmenin düzeyi ve Kürt nüfusun yoğunluğu-büyüklüğü yönünden en gelişmiş Kürt bölgesi Türkiye Kürdistanı olmasına rağmen, uluslararası ve bölgesel gelişmelerin etkisi altında Irak Kürdistanı’nda “ulusal Kürt yönetimi”nin oluşması daha erken bir döneme denk geldi. Mesut Barzani bu yapının, “Irak Federal Kürt Yönetimi”nin; Irak Kürdistanı’nın Başkanı sıfatını taşıyor olmasıyla Kürtlerin olduğu kadar bölge ülkeleri ve uluslararası güçlerin de ilgi alanında bulunuyor . Mücadeleleri henüz ulusal eşitlik ve özgürlük taleplerinin karşılanmasıyla sonuçlanmamasına rağmen, milyonlarca insanı seferber eden Türkiye Kürt Hareketinin, sorunun çözümü için devlet-hükümet yönetimiyle alanlarda ve ‘masa’da yürüttüğü görüşme-mücadelenin hayli zikzaklı ve zorlu bir döneminde, ve bir yerel seçim öncesinde Diyarbakır’a gelip T. Erdoğan ile görüşüyor olması, bir “taraf belirleme” tutumunu da açıklar özellikte olduğu için, Kürtlerin yanı sıra bölge ülkeleri yönetimleri yönünden de önem taşıyor.
Irak Kürt yönetimi ve Türk devlet ve hükümeti (AKP) açısından, her birinin gözettiği öncelikli çıkarlarının olduğu; bu ‘buluşma’nın da iki tarafın “ortak” ve farklı çıkarlarının daha ileriden gerçekleştirilmesi gibi bir hedefinin bulunduğu, görülemeyecek bir durum değil. Enerji ve inşaat yatırımları üzerinden sağlanan sermaye “ortaklığı”nı, bölgede hedef haline getirilen yönetimlere ve devletlere karşı tutum ortaklığıyla güçlendirme ihtiyacı, Rojava Kürtlerinin mücadelesi karşısında barikat oluşturma ortaklığı vb., bu ilişkide başlıca hareket ettirici durumda. Buna, Türkiye Kürtlerinin ulusal talepleri için yürütülen mücadelenin devletçi-uzlaşmacı bir “alternatif” aracıyla sekteye uğratılması ve taleplerin kimi şekli iyileştirmeler üzerinden karşılanmakla sınırlı tutulması amacı eşlik ediyor. AKP ve Hükümetinin, Türkiye Kürt Hareketi ve BDP’nin Amed (Diyarbakır)de/da seçim yenilgisine uğratma hedefini buna eklemek gerekiyor. Ancak, Barzani ile yan yanalık asıl olarak Kürt mücadelesinin demokratik ve antiemperyalist bir hatta ilerlemesine karşı bir tür güçten düşürücü barikat örme işlevine sahip. Türkiye Kürtlerine karşı kılıcı elde tutmaya devam eden Erdoğan hükümetinin kalkan olarak kullanacağı araç ve güçlere ihtiyacı var. Barzani gibiler açısından sorun, ulusal hak mücadelesi yürüten “Türkiyeli Kürt Kardeşler”e karşı böylesi bir işlevi üstlenip üstlenmeyeceğidir.
Tam da bu ‘nokta’da Barzani ve yönetiminin, “zorlu bir seçim” ile yüz yüze olduğu düşünülebilir-söylenebilir: Bir “Kürt Lider” olarak Barzani, Kürtlerin beklentileri ile, aralarında çıkar ortaklığı gerçekleştirilmiş devlet ve hükümet; Türk-Kürt sermaye gruplarının istekleri arasında bir “yer”de duruyor! Barzani’in “Bütün Kürtlerin Lideri” olma isteği,-şu anda çıkarlara dayalı olarak uluslararası ilişkileri ve ‘itibarı’ olan bir lider durumunda oluştan da güç alarak- bir yandan “Bütün” Kürtlerin isteği ve beklentilerini karşılamaya onu mecbur tutar iken, diğer yandan “reel politik” ve iktisadi-sosyal ve politik çıkar ve bağlantılar, sömürücü gerici sınıflar ve hükümetleri-devletleri ile ilişkilerin daha “sıcak hale getirilmesi”ne onu zorluyor. Bu “iki arada bir derede” durumu, onu “İki tarafı da teskin edeci açıklamalar yapma”ya yönelmektedir. Diyarbakır’daki açıklamaları da bu içerikte idi. Ancak, Barzani yönetimindeki Irak Kürdistanı yönetiminin Türk devlet ve hükümetiyle ilişkilerinde esas olarak ne türden bir ‘rol’ üstlendiğini, Diyarbakır’a yola çıkmadan önceki açıklamalarında ortaya koymuştur: A) A.Türk ve A. Tuğluk başkanlığındaki DTP heyetinin Suriye Kürtleri ile Rojava’da görüşmelerini, sınırdan geçişlerine izin vermeyerek engellemiştir. B) Rojava Kürtlerinin “bölgesel özerklik” yönündeki girişimlerine karşı yaptırımlara girişmiş ve BDP-DTK’nın buna desteğini reddettiğini açıklamıştır. C-) Salih Müslim’in, oğlunun cenazesine gitmesi, ve yine ülke dışına çıkışında Irak Kürt kentlerini kullanmasını engelleyerek, Türk devlet politikasının Suriye ve Suriye Kürtleri karşıtı hattı ile yan yana durmuştur. Bunlardan hareketle söylenebilir ki, “perşembenin gelişi”ni, “çarşamba”dan görünene bakarak görmek mümkündür ve buradan görünen, Diyarbakır buluşması da dahil bu rolün Türkiye Kürt mücadelesinin yararına olmadığıdır.
NEDENLER VARSA SONUÇLARI DA OLACAKTIR
Türkiye Kürt sorunu, bazı şekli iyileştirmelere, kimi küçük yasal düzenlemelere rağmen esas olarak çözümsüz olmaya devam ediyor. Ateşkes ve “çözüm görüşmeleri” devam etmekle birlikte, temel taleplerin karşılanması açısından bir ilerleme henüz yoktur. Hükümet ve partisi, konjonktürel gelişmelere de bağlanan bir çizgide bazen bir miktar “yumuşatılmış” açıklamalar ve İslami birlik üzerinden “kardeşlik” vurgularıyla temel talepleri geçiştirmeye; bazen de tümüyle retçi bir tutumla “herkesin Türklüğü” dayatmasıyla politikasını sürdürüyor. Polis şiddeti, yoğun gözaltı ve tutuklamalar, hak kısıtlamaları ve gaspları yoğunluk kazanırken, “barış ve demokrasi” söylemi ikiyüzlülükten öteye geçmiyor. İslami söylem ağırlıklı “kardeşlik” vurgularında, Kürtlerin ulusal talepleri karşılık bulmuyor. Rojava’ya ve Suriye’ye Türkiye’den teçhizatlandırılmış çeteler nakli ve Suriye Kürtlerine duvar örme pratiği “Türk-Kürt, Arap, Zaza kardeşliği” söylemini yalanlıyor. Irak Kürdistanı’ndan söz edilmiş olması, Türkiye Kürdistanı kabulü anlamına gelmiyor. Barzani’nin musluğunu açacağı petrol Kürtlerin özgürlük taleplerini karşılamıyor. Ana dilde eğitim, ‘anayasal yurttaşlık’ta hak eşitliği ve bunun yasal teminat altına alınması, Kürt-Türk ayrımını işleyen anlayış, yasa ve diğer kurumsallaştırılmış durumların ortadan kaldırılması, genel siyasal af ve zindanların boşaltılması gibi talepler gündeme alınmadığı gibi, genel olarak işçi ve emekçilere karşı baskının ve hak gaspının kapsamı genişletiliyor. Harf yasağının kaldırılması, Kürtçe isim serbestisi, yasaklı sanatçı ve aydınların dönüşüne kapı aralama gibi, bir bölümü “kullanma hedefi” ile de bağlı atılan adımlar ise büyük bir inayet olarak gösteriliyor; “yaradandan ötürü” bahşedilmiş gösteriliyor. Barzani’nin, yanına Şivan Perwer de alınmış olarak Diyarbakır’a getirilmesinde olduğu türden kimi gösterilerle istemler pasifize edilmeye ve ertelenmeye çalışılıyor.
Bunların çözüm olmadığı, çözümü; yani hak eşitliğini; kaderlerini tayin etme hakkının bizatihi Kürtlerin kendileri tarafından kullanılmasını içermediği oldukça açıktır. Oysa sorun da buradadır: baskı ve özgürlüksüzlük dayatmasının yol açtığı gelişmeler üzerinden ortaya çıkan sonuçlar, temel taleplerin karşılanması olmaksızın ortadan kalkmayacaktır. Nedenler var oldukça sonuçları da olacaktır. Bugüne dek kaydedilen gelişmelerin, sağlanan iyileştirmelerin kitlesel mücadelenin ürünü olması ve bunun bilinci, bundan sonrası için yürünecek yolu da işaret etmektedir. Somut pratik ve içinden geçilen süreçte yaşanılanlar, çözüm ile mücadele arasında dolaysız bir ilişki olduğunu; çözümün mücadelenin ürünü olacağını göstermektedir. Kitlelerin psikolojik hallerinin önemi inkar edilemez. Bu psikoloji ile yaşam koşulları, tarzları, talepleri ve amaçları arasındaki ilişkiyi görmezden gelenler ya da önemsiz sayanlar ise, tarih önünde ve gelişmeler karşısında tutunamayacaklardır. Kürt mücadelesi eninde sonunda hedefine ulaşacaktır. Diyarbakır’da 16 Kasım 2013 buluşmaları ve “gösterileri” bunu bir kez daha göstermiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)